Refik Halid Karay pek hoş anlatır arkadaşını, yazılarında ara ara öne çıkarır da asıl Kemal Sülker’in Anılara Yolculuk‘unda görmek lazım beyefendiyi. Son derece züppe, burnundan kıl aldırmayan, bütün bu alengirinin altını da boylu boyunca dolduran biri, Refik Halid’le Galatasaray Lisesi’nde başlayan arkadaşlıkları gazetecilik zamanlarında devam etmiş, ilk ve ikinci sürgünlüklerinde kader ortaklığına dönmüş ama yollar ayrılmış yurt dışına çıktıkları zaman. Suriye’den sonra Paris’e giderek 1938’e kadar yokluk içinde yaşamış Ulunay, Sülker’in metninde üstü kapalı biçimde bahsedilen eşcinsellik mevzusunun öznesi olduğunu düşünürüm, “Fransa’da bilmem neleri bilmem ne eden adam” o olsa gerek. Neyse, memlekete döndükten sonra can dostuyla yine karşılaşır, gazetelerde birlikte çalışırlar. Zehir demek doğru mu, eh, edebiyat ve siyasetle alakalı fikirlerini sohbetlerde zehir gibi bir dille aktarırlar. Yazıları daha usturuplu, sakincedir. İğneyi de çuvaldızı da başkalarına batırdıkları çoktur, eleştireceklerini -devlet hariç- bam güm indirirler aşağı. Sürgünde Ulunay’ın çektiği çok daha fazladır Karay’ınkinden, freni de daha serttir haliyle. Kurmaca dünyalarında geçmişi ilk kez sindirirler sanki, yaşamlarının fırtınası dindikten sonra güzellikleri, kayıp giden tarihi yakalamaya çalışır gibi yazarlar. Ulunay’ın anlatıyı çat diye durdurup kendini düze çıkarmaya niyetlendiği bölüm çok matrak, şöyle diyor aşağı yukarı: “Sayın okurlarım, bakınız, Nef’î şaraplı şuruplu pek çok dize yazmıştır, onun devrinde keyif verici meşrubatı yasaklayan IV. Murad işkillenmiş, şairi kenara çekip falan filan yapmamasını, yasak olduğu halde içki içtiğini, içmese içkinin o esrikliğini, keyfini bilip de yazamayacağını söyler. Nef’î durumu kabullenir ama aklına takılmıştır, padişah bunu nereden bilmektedir? IV. Murad kahkaha atıp affeder adamı, anlayacağınız üzere ben bu yosmaları yazıyorum ama onlarla düşüp kalkmışlığımdan değil sırf, sağdan soldan duyduklarım var, şahit olduklarım var. Hadi yemediniz, tamam, benim de ortamlarda bulunduğum oldu ama siz de az değilsiniz, bu yazdıklarımı okuduğunuza göre benim suç ortağımsınız.” Yosmaların hikâyeleri paşaların, efendilerin döneminde geçer, Ulunay yosmaların hayatını anlatmaktan başka o dönemin sosyal yaşamına, ekonomik vaziyetine eğilir, tarihî arka planı çok sağlam kurar. Yeri geldiğinde anılarına başvurur, ardından tarih dersi başlar, ortaya karışık bir hikâye çıkarır Ulunay, zamanda zıplamalarla esas kız Rana’nın yosmalığından çocukluğuna geçer, oradan başka bir hikâyeye zıplayıp Rana’yı yan karakter olarak kullanır, kurgusal zekâ desek zirvede yani. Paşaların mal mülk cortlatmasından, beylerin baba parası yemelerinden külhanbeylerinin sallama çekmelerine neler yoktur bu romanda, bir ben yokumdur, Göztepe’nin köşklerinden tren istasyonuna inerken aralarından geçilen bağlar bile vardır. Şimdi akıl almaz da 1960’lara kadar o köşkler duruyormuş, yerlerine kentsel dönüşüme yeni giren apartmanlar dikilmiş, yerlerinde koca koca binalar veya siteler yükseliyor yavaştan. Göztepe’nin istasyonu tarihî eser niteliğindedir, bilen bilir, İpek’in Merdivenköy’den yürüyüp o istasyona gelişini gözümde canlandırmaya çalıştım iki gün önce, beceremedim, Marmaray’dan bakınca koca koca binalardan başka bir şey göremedim. Evet, yosmaların dünyası, kadınların çektikleri acılar, erkeklerin statü göstergesi olarak “besledikleri” kadınlarla ilişkilenme biçimleri. Dünya zengini bir roman bu.
Rana’yla başlıyoruz, kayık sefasıyla. Üslubun örneği şu olsun: “Burma bıyıklı tuvana iki hamlacının, derenin bulanık suyunun üzerinden tüy gibi kaydırdığı açık maun rengi piyade de, etrafında ber vuslat ve şehvet fırtınaları kopararak geçiyordu.” (s. 5) Kayığa bakan bir daha bakar, Rana o kadar güzeldir ki bilmeyeni yoktur, varsa hiçbir şansının olmadığını öğrenmekten kederlenir. Kâmil Paşa’nın fütuhatıdır hanımefendi, kimsenin erişemeyeceği bir noktadadır, bu yüzden ne selam verir ne selam alır, öyle süzülür gider kayıkla, ardından bakakalırlar. Kayık Yeşilköy civarında bir yalının iskelesine yanaşır, sonra içerideki âlemden bir sahneye açılır anlatı, yemeklerden saz eğlencelerine eksiksiz bir ortam. Rana ömrü boyunca böyle bir sefahatin peşinde koştuktan sonra istediğine kavuşur nihayet, memnundur. “Zaten Rana bütün hayatında kendisini kötü talihin darbesini yemiş bir mazlum mevkiinde görmemiştir. O, bile bile bu hayata atılmış, fütuhat gayesiyle gözlerini uzak ufuklara diken bir cihangir gibi o da kendisini bir kraliçe gibi yaşatacak imkâna ne pahasına olursa olsun malik olmak azminde idi.” (s. 15) İki sevgilinin aşklı meşkli sohbetinden sonra her şeyin başladığı yere, Rana’nın çocukluğuna döneriz. Arnavut baba, Çerkes ana, orta karar bir hayat. Komşunun çocuğu görmüş de tutulmuş, Arnavut evlendirmek istiyor kızı ki gelecek parayla tartıcılığı bıraksın, kendine zerzevat dükkânı açsın, rahat etsinler artık. Babasını seviyor Rana, annesini de seviyor ama bu evlilik olayı yüzünden kaçmak zorunda kalıyor, babanın Arnavut inadı aileyi parçalıyor resmen. Rana’ya okuma yazma öğreten Hoca Hanım’ın ablası Hafız Hanım devreye giriyor, kaçırma operasyonu başarılı, Rana her şeyi geride bırakıp Hafız Hanım’ın etiket kaideleri derslerinden keyif almaya bakıyor. Babasının istediği hayatı kaldıramayacak kadar güzel olduğunu biliyor Rana, saraylara layık bir kız olmaya şu kadar kalmışken evde pinekleyip çocuk bakmak istemiyor, dünya nimetlerinden sonuna kadar yararlanacak. Nedir, biraz musiki, biraz görgü, dersini ezber etti mi ilk kuşu yakalar Rana, Hafız Hanım’ın yardımıyla çengeli taktığı üst düzey memuru kendine âşık eder. Adamda kafa kalmaz, kızı o evden kurtarmaya niyetlenir ama daha büyük bir av düşer tuzağa, adamımız hemen şutlanır, gizliden planlar kurmaya başlar. Rana büyük avdan pek hoşlanır, Çengelköy’deki köşkte rüyalarına kavuşur nihayet. Bu çatışmanın nasıl çözüldüğünü bilmiyoruz, onca plana ne oldu, Rana genç adama döndü mü, her şey yarıda kalır da İpek’in hikâyesi başlar, yukarıda bahsettiğim peşreve girer Ulunay. İlk bölümde evi terk eden kızın darmaduman ettiği aileyi, yosmalığa atılan ilk adımları yakından görürüz, ikinci bölümdeyse muhabbete orta yerinden gireriz. İpek hamile kaldıktan sonra evden şutlanır, serseri taifesinin kadınları bırakıp arazi olduğu bir eve kapılanır. Güzellik, tatlı dillilik ölçüsünde zirveye doğru fişek gibi yükselmek kolaydır, İpek de adım adım yükselir, evden eve geçer, her evde kalbi kırık bir adam bırakır. Âşık da olur arada, kumarbaza gönlünü verdikten sonra kazandığı paraları da vermeye başlar, üzerine dayak yer, adam hapse girene kadar çekmediği kalmaz. Mehmet Ali çıkar sonra karşısına, delikanlı adamdır, bıçakta üzerine yoktur, kumarbaz belasından kurtarır kadını ama ev açmaz. Delikanlılığa terstir, sermaye edindiğine dair dedikodu çıkarsa itibarı sıfırlanır Mehmet Ali’nin, bu yüzden İpek’in istediğini yapamaz. Diyaloglar çok başarılı, okura ders vermeye kalkmıyor Ulunay, konuşmalar gayet doğal, malumat seyrek, baştan sona yayılmış. Zırtapozun teki İpek’e ev açmaya kalkınca Mehmet Ali ortaya çıkıyor yine, resmî nikâh da yapmasını istiyor adamdan, yoksa razı gelmeyecek. Racon nedir, yosmalarla erkekleri arasındaki hukukun nitelikleri nelerdir, olayların üzerinden öğreniyoruz her şeyi. Sümbül kokan genç adamların zenginlik içinde nasıl acı çektiklerini de görüyoruz: İpek bir gün Göztepe’deki köşklerden birine götürülüyor, iki adamdan biriyle geçirecek geceyi. Kibar adamlar, öylesi görülmemiştir, alımlılar, çekiciler, hoşsohbetler, İpek çok etkileniyor. Diğer adam için kim geliyor, Rana. İki kadın da alt sınıftan tepeye gelmişler, aradaki uçurumu kapamak için kadınlıklarını ve mahalle ağzını kullanıyorlar biraz, ortam rahatlıyor. Odalarına çekildikleri zaman İpek’in partneri ağlamaya başlıyor, iktidarsız çünkü. Olmuyor, sabaha kadar uyukluyorlar, sohbet ediyorlar, sonra gayet sıcak bir şekilde vedalaşıyorlar. Yanıyor resmen İpek, yanından geçtiği bağlardan birindeki tezek kokan adamla birlikte oluyor ahırlarda, sonra yallah tren istasyonuna. Haberi geliyor ki o tatlı çocuk intihar etmiş bir süre sonra, âşık olmuş da aşamamış derdini, tüfekle beynini dağıtmış. Çok hikâye var böyle, aralara serpilmiş, yaşlılığında gittiği evlerden birinde anlatıyor İpek. Diğerleri odalarına çekilmişken namlı yosmayı karşısında bulan anlatıcı merak ediyor da eşeletiyor hayatını kadına, müthiş sohbet.
Dönem romanı, dört dörtlük.
Cevap yaz