Bunu anlatmalıyım ya, şimdi ben okulda da iyi okuyorum kitap, zaten okulda rahatlıkla kitap okuyabilmek için sınava girip müdür muavini oldum. Neyse, Elazığlı müdürüm geldi, onu yaptık, evet, bunu yaptık, evet, işler tamam, sonra masadaki kitabı gördü. Dediği: “Ula bu herif niye sıçamiyiii?” Teşekkürler müdürüm ya, günümü yaptın. Ben de durur muyum, yapıştırdım cevabı: “Hocam bu Şamlı Refik.” Bir süre bakıştık, sonra sessizce çıktı odamdan. Evet. Ben Schami’nin mizahını severim, zekâ kokar, güldürür ama bu metnin “çok ciddi oyun”unu bozuyor çünkü çok açık. Herkes diyaloğun başında ve sonunda mutlaka cortlak bir espri yapıyor, ölüm tehlikesidir, sakat kalma riskidir falan ne varsa unutup komiklik peşinde koşuyorlar, olmuyor. Bir paragraf önce IŞİD çevirmiş esas oğlanları, kafalarına çuval geçirip bilinmeyene götürüyor kara kara adamlar, illa bir kahkaha tufanı yaşanacak. Şu da var, derken bu da var, “şu”ya döneceğim birazdan da gözüme çarptı şimdi: arka kapakta hikâye özetlenecek, Suriye’de henüz barışın hâkim olduğu söyleniyor ama alakası yok. Memleketin kuzeyinde İslam cumhuriyeti kurulmuş, iç savaş çıkmış, yol kesip komiser momiser dinlemeden adam kaçırıyorlar, barış marış yok yani. “Şu”na gelelim, Barudi’yle Mancini’yi kaçırıyorlar, araçta kim tarafından gönderildikleri sorulunca yılların polisi, mafyanın şiddetinden çekmediği kalmamış, haliyle tehlikeyi anında tanıyan ve ikinci memleketi Suriye’yi çok iyi, IŞİD’i daha da iyi bilen Mancini, “Kaynanam,” diye cevap veriyor. Hollywood filmi değil bu yani ya da Hollywood filmi mi acaba, ama bu kez tutarlılık yok çünkü öyle olsa karakterin bu alaycılığını saçma sapan şakalarının dışında da sıklıkla görürdük, görmüyoruz, işlerini aşırı ciddiye alan ve attıkları adımları yüz defa düşünen adamlar bunlar. Hayatları var işin ucunda, bilemedim. Kısacası bir denge sorunu var anlatıda, az veya çok ciddiye alınacak kısımların hangisi az veya çok ciddiye alınacak, mesela Barudi’nin sınıra sürüldüğü zaman karşılaştığı amir zorbalığından bir komedi çıkmıyor da çıkabilir. Bakanın pedofil oğlunu öldürüp intihar süsü vermesinden çıkmaz ama, o kadar da abartmıyor Schami. İki ülkeyi kıyaslayınca Türkiye’nin ne kadar yozlaştığını görebiliyoruz, pek bir fark kalmamış: eğer oğlanı yakalayıp adalete teslim etse uğraşının boşa gideceğini biliyor Barudi, adam iki gün sonra spor arabasıyla gezmeye çıkıp küçük çocukları yine kaçırabilir, ülkenin en kıdemli komiseri de kendisini kafasında bir kurşunla otoban kenarındaki çukurlardan birinde bulabilir, hiç belli olmaz. Bu yüzden soruşturmayı hassasiyetle yürütmek zorunda, kardinalin ölüm emrini veren Başkan olabilir, belki bakanlardan biridir, tam mayın tarlası. Mancini’yi sakınmaya çalışması anlamlı, tanıştıktan kısa süre sonra dost olduğu İtalyan meslektaşının ölmesini istemiyor Barudi. Emekliliği gelmiş Behzat Ç.’ye benzetebiliriz Barudi’yi, adaleti gözettiği için mesleğinde yükselememiş, üst üste denk geldiği haksızlıklar yüzünden suçun peşine düşmekten hayatını unutmuş bir adam. Behzat Ç. kadar kaba değil, tek fark bu. Günlüklerinde görüyoruz, nazik aslında. Hukuk eğitimini tamamlayamadığı için polis olmuş, sosyal ilişkileri kuvvetli. Eğitim için gittiği İngiltere’den dönerken tanıştığı eşine çok âşık, bu yüzden eşinin ölümüyle birlikte mesleğine iyice sarılıyor. Tekrar âşık olması çok lazım mıydı bilemiyorum, doldurmaca gibi geldi bana, davranış değişimine yol açmıyor çünkü, Suriye’nin haline veya hikâyeye farklı bir açıdan da bakamıyoruz bununla, eh. Günlüğünde çoğun kendi hikâyesini anlatıyor Barudi, çocukluğundan yaşlılığına başından neler geçti, ülke nereden nereye geldi, bunlara dalmadığı zaman o gün soruşturmayla ilgili hangi ilerlemeler kaydedilmişse. Bu da ilginç, sonuçta telefonları dinleniyor, evine böcek yerleştirilmiş olabilir ki istila var, hemen her yere kondurduğu böcekler sayesinde konuşulanları dinliyor Gizli Servis, haliyle evi basıp günlüğü bulsalar operasyon güm. Neye yarıyor günlük, Barudi’nin alacağı vaziyetleri öğreniyoruz, yaşananları dışarıdan değil de komiserin kafasından duyuyoruz bir de, iyi oluyor. Mancini’nin günlüğü yok, gazeteci kılığında dolanıp duruyor, ses kaydı alıp fotoğraf çekiyor bol bol. İtalya’yla Suriye’nin arası yüzyıllardır iyi olduğu için hem jest hem de Suriye’nin alacağı maddi yardım var işin ucunda, iki polis iyi geçinmek zorundaysa da yaşamlarının birbirlerinde karşılığı var, kaynaşıyorlar hemen. Sağlam kurulmuş karakterler, şakacılıkları hariç.
Sorun kardinal. Adamı zeytinyağıyla dolu bir fıçıya koyup İtalyan Büyükelçiliği’nin önüne bırakmışlar. Dinsel yüzüğü(?) sağ elindeki yüzük parmağına değil, sol elindeki yüzük parmağına takılmış, hakaret, din adamı olmayı hak etmediği söyleniyor aslında. Biri öldürmüş adamı kısacası, Vatikan devreye giriyor, İtalya devreye giriyor, muhtemelen Dağ Azizi de devreye giriyordur çünkü azizliği sorgulandığından, bu iş için Vatikan’ın en has kardinallerinden biri görevlendirildiğinden olayların ortasında. Aslında Müslüman ama İsa’yı yol bellemiş, Hıristiyanlığa sempatinin ötesinde yakın, haliyle göze batıyor. Aziz mi gerçekten, Vatikan pek öyle düşünmüyor çünkü yakınlardaki başka bir şifacıya, aziz adayına kardinal mardinal gönderilmemiş. Buradan işkillenebiliriz, hikâyenin ortasından itibaren başka çarkların döndüğünü, başka dinamiklerin işlediğini fark ediyoruz, komiserlerin görüşecekleri ve damarına basmayacakları çok sayıda insan giriyor devreye. Hıristiyanlar mı, Aleviler mi, Dürziler mi, Sünniler mi öldürdü kardinali, İtalya mı, Vatikan mı yoksa Suriye mi öldürdü, teröristler mi öldürdü yoksa en yakınındakiler mi, siyasiler mi yoksa din adamları mı? Mevzu çözülemeyecek gibi görünse de yukarıdan aşağı doğru insanların üzerini çizdikçe esas hikâyeye yaklaşıyor bizimkiler, aslında o kadar büyük bir olay olmadığı anlaşılıyor. Tabii devletler paravan olarak küçük insanları kullanıyorlarsa başka. Hedef yaklaştıkça sorgulananların kaygı ve öfke derecesi artıyor, yeni karakterler giriyor anlatıya, en önemlisi Şerif olsa gerek. Bu çocuğun hayatını kurtarıyor Barudi, çocukları olmadığı için eşiyle birlikte evlat ediniyorlar ama bir süre sonra Suudi Arabistan’daki amca çıkıyor piyasaya, çocuğu alıp götürüyor. IŞİD dedim, romanın başında yan hikâyeciklerden birinin tam ortasında yer alan bu çocuk üst düzey bir komutan olarak çıkıyor karşımıza, Barudi’yi görünce sevinçten deliriyor ve annesinin ölümünü öğrenince ağlamaya başlıyor. Kendi hikâyesi de bir fantastik, zengin amcanın yanından IŞİD komutanlığına uzunca bir yol gitmiş, daha da yükselecek. Çatışmalarda öldürülmezse. Barudi Hıristiyan olsa da düşmanlık beslemiyor Şerif, hiçbir dini dışlamıyor, bu yüzden işi çok zor. Nedir, bizimkilerin neyin peşinde olduklarını öğrenince dalgayı bağlamak için ortaya çıkan bir tür deus ex machina gibi parlıyor, kendi soruşturmasını yürütüp kardinalin başına ne geldiğini öğreniyor. Hikâyenin bu kısmına kadar el yordamıyla ilerleyen soruşturma pat pat çözülmeye başlıyor, hızına yetişemiyoruz. Nihayetinde katil veya katiller ortaya çıkıyor, arkalarında kim varsa bir güzel yırtıyor, şaşmaz, Mancini memleketine dönüyor, Barudi emekli oluyor ve sevgilisiyle mutlu mesut yaşamaya başlıyor. Eh, asıl hikâyeden ziyade sayısız yan hikâye daha nitelikli sanki, ülkenin üfürükçüler tarafından ele geçirildiğini, yozlaşmanın ve çürümenin değmediği hiçbir sosyal yapının kalmadığını görüyoruz onların vasıtasıyla. Mancini bir zaman şaşırıyor misal, son ziyaretinde kimliklerle alakalı konuşulduğunu hemen hiç hatırlamıyor ama soruşturma sırasında kimin hangi milletten, hangi dinden olduğunun aşırı önem kazanmasını hayra yormuyor, bölünmeler yüzünden ülkenin boktan çıkmayan burnuna çok üzülüyor. Deyimlerden yemeklere tam bir Suriye rehberi bu roman, başarılı. Okunur ama Schami’nin çıtasını düşününce aşağıda kalıyor.
Cevap yaz