Ömrü bir uçtan diğer uca dolduran madlen, zamanı bölümleyen çeşitleriyle bu kez, üstelik tadı yerine kokusuyla. Haziranın başında lapa lapa kar yağdığı olmuş, Dombasle’ın görüntüsü: mezarlığın yanından inen çukur yoldan bisikletiyle ilerliyor anlatıcı, arkadaşlarıyla buluşacak, sokaklar onlara kalmış. Uzun akasyalar gökyüzünü perdeliyor, yapraklar işkence mahkumlarının başına konacak dikenli taçları andırıyor. “Her bahar yeniden gelen o coşkulu sevinçten ve taçyapraklarının kokusundan sersemlemiş bir halde başımı yukarı dilip gözlerim kapalı pedal çeviriyorum. Günler, hayatlarımız gibi uzayıp gidecek.” (s. 11) Üç yüzyıl önce Claude Gellée çizmiş o gökleri, turuncuyla solgun mavinin karıştığı günbatımlarıyla dolu manzarayla çocukken karşılaşmak, büyüyünce iki manzaranın eşleştiğini sezmek. Hani, o ürpermeye kesin bir isim vermişlerdir, güzellikten ürkmenin felç edici yanından kurtulup yangını dindirmeye çalışır sanatçı, hemen biçimlemeye başlar algıladığını, çocuk o göklere bakarken zihnine yuvalanan parıltının bir gün sanatla buluşacağını sezer. Kaybolup gitmemesi için bir şeyleri mutlaka yazacağını söylüyor metinlerden birinde, bunu da oraya bir yere iliştirelim. Neredeydi, Magris’in Bir Kılıç Üzerine Çıkarsamalar‘ında şiiri yazmayla şiiri yaşama arasında sadece küçük bir eylem farkı olduğunu söyleyen karakter hiç şiir yazmamıştır, yaşamayla yazma arasındaki mesafeyi aşmayı bilmiştir yine de, çocukluğunu kokularla anımsayan anlatıcının uğraşıyla denk. Kırsalın rayihaları için kaç bölüm daha yazılırdı bilmem, Claudel kısa tutmuş, çocukluğun büyüsünü kaçırmaktan çekinmiştir belki. “Işıl ışıl gözlerle, dudaklarımın yanmasına aldırmadan, çiçekler, kahkahalar ve rüzgâr dolu gevrek bir salkımı ısırıyorum. Tüm ilkbahar geliyor ağzıma.” (s. 12)
Sarımsağın dişleri bıçakla tek tek ayrılıyor, tavşanların kanını iyice akıtmak için tek hamle yetiyor bu bıçakla. Büyükanne o ikiyüzlüce hareket yerine boğaza saplayıveriyor bıçağı, kafaya sopayla vurmuyor, sonra ince kesikler atıyor ayakların çevresine, bir çorabı çıkarır gibi çıkarıveriyor hayvanın derisini. Mutfak dumanlar içinde, sarımsağın kokusu etin ve tereyağının kokusuna karışmış, ziyafet var. “Midem kazınarak bekliyorum. Sofradayım. Çatal bıçak elimde. Boynumda düğümlenmiş beyaz kumaş peçete. Ayaklarım henüz yere değmiyor. Ben bir Parmak Çocuk’um, ama masal devi oluveriyorum. Önümde uzun bir ömür var.” (s. 14) Sarımsakların tamamı pişmemiş, “yasemin beyazlığı” şaşırtıcı, sıcak etin üzerinde kokusunu saçıyor maydanozla birlikte. Büyükanne yemiyor, torununun yediğini görünce doyuyormuş. Anlatıcı sekiz yaşına bastığında ölecek, son cümle. Çiftlik mi orası, sıradan bir kır evi mi, köyün kendi halinde meskenlerinden biri. Yumurcaklar için kayıp cennet, altın sarısı ya da mor meyvelerin kendiliğinden şaraba dönüştüğü zamanlarda fıçılardakinin kokusu da yayılır, yemeklere eşlik eder çünkü “rakıya dönüşen şey güneştir”, meleklerin payı aslında çocukların payıdır. Nedensiz yere mutlu, hayattan sarhoş, sersemlemiş kır tanrısı çocukların. Buharların, gazların yanında tatlar da olur, kimyanın açıkladığından başka bir dönüşümdür bu: kokuyla tat birdir. Önce kokular gelir, sevgililerin kokularını adlarla birleştirir anlatıcı, kızların ilgisizliğinden ötürü çektiği acıdan sonra gelen ilk öpüşmenin kokusu vardır tadından önce. Şiirler yazılır, tanrıçalara öyle veya böyle iletilir ve su kanallarını boylar, anlatıcı tüm aşkınlığıyla yazdığı düşlerinin suyla buluşmasından ötürü üzülür, üstelik arkadaşlarının o tanrıçalarla sokak aralarında öpüştükleri sırada nöbet tutar, yakalanırlarsa şiirlerin de sonu gelecektir sanki. Onun da zamanı gelir, sevdiği kızlarla değil de Şişko Frenzi’yle öpüşür. Bir doğum günü partisi, sevgililer dans ediyorlar, anlatıcıyı Frenzi kaldırıyor. Danstan sonra anlatıcının kucağına oturunca Valerie unutulur, Nathalie unutulur, geride “ağzı solunan” Frenzi’nin yeşil melekotu kokan nefesi kalır. Nihayet adlandırmayı başarmıştır anlatıcı, hafızasına kazımanın yolu bir budur.
Tıraş elbet, oğlan çocuğunun ritüeli. Üç kapağı aynalı küçük dolap, üç kapakta da babanın hart hartı, değilmiş, elektrikli tıraş makinesinin ziv zivi, kır ya da gri sakal dökülüp giderken iki ya da üç notalı bir “ezan” duyuluyor. Banyonun nemi soğumuş hamam, havuz vestiyeri kokuyor, bunlar için ayrı bölümler lazımken iç içe geçenlerden kaç bölüm derlenirdi bilinmez, kokular arasındaki geçişlilik bölümleri de lüzumsuz kılıyor bir yerden sonra. Melisa ve limon kokusunu mutfakta, toprakta, restoranda veya babanın tıraş kolonyasında bulabilir anlatıcı, zamanları bir anda aşabilir. Partilerde tıraş kolonyasının işi ne, bira limonluysa tamam. Kalın perdelerle karartılan salonun dışı olduğu gibi gece, içeride on altısına gelmemiş çocuklar karanlık köşeleri, yayları çıkmış kanepeleri kutsuyorlar, eller kalçalarda ve yüzlerde. Patti Smith, The Clash, Sex Pistols çalıyor, 1970’lerin ortalarında kuytuya sığınan gençler “yetişkinlerin dünyasını ve biraları kusuyor”, müzik ve alkolle dolmuş kafalarını yastığa koydukları zaman bedenlerine sinmiş dumanı solumaya devam ediyorlar. Birkaç yıl ileriye, 1983’e gittiğimizde hintkeneviri çıkıyor sahneye, müzik birazcık değişiyor: U2, Joy Division, Depeche Mode. Bir binanın en üst katı, Nancy’de yaşayan Ben’le kız arkadaşı Nanou ekolojik hareketin o sıralar esamesi yokken filizlenmiş tereye tutkunlar, nükleere ve tarım ilaçlarına karşılar, hani otuz yıl erken gelmişler sanki dünyaya. Ben evinde bir yer ayarlamış da yetiştirmiş otu, dumanla Mark Knopfler’ın gitarı karışıyor. Anlatıcı içmeyi sevmese de sarmaya bayılıyor. “Pişmiş eritme peynirlerin kanserojen olduğunu, solcu başkan havalarındaki François Mitterand’ın sonunda hepimizi belleyeceğini iddia eden Ben’in laflarını dalgın dalgın dinlerken, parmaklarımın arasında onun için kusursuz bir esrar sarıyorum. Asalakça yiyip içtiklerimizden bana düşen payı ödüyorum. Yanımızda, ocağın üzerinde, domatesli tahıl hafif hafif pişiyor.” (s. 28)
Tarçın, mahzen, baharatlarla mekanlar, maddelerle anlamlar bilinçten fışkırıyor, kapsayıveriyor yaşamı. Kömür diyelim, kamyonla gelir, suratları kapkara iki adamın taşıdığı torbalar yavaş yavaş tükenecektir ama patates çuvallarını, oradan yemekleri getirecektir hafızaya. İş bitince anlatıcının babası adamlara birer bardak şarap verir, adamlar bir dikişte yuvarlarlar, başka çuvalları taşımak üzere giderlerken baharın gelişini bıraktıklarını bilmezler. “Haftalar geçtikçe ikisi de azalır. Soğuk mevsimin bittiğini böylece anlarız. Şehrin tüm bacalarından gökyüzüne yükselmekte ve havaya karışmakta zorlanan kara, ağır bir duman çıkar. Gökyüzünün bu dumanı istemediği ve onu yere, yani bizlere doğru geri püskürttüğü de sık görülür.” (s. 37) Merkezî ısıtmayla birlikte kömüre veda edilmiştir, tertemiz ısınma mahzenlerin de tertemiz kalacağını gösterir, bir de kayda değer kokuların evlerden giderek uzaklaştığını. Refik Halid de anlatıyor bunu, camlardan çıkan bacaların saçtığı dumanların kokusunu, şehre çöken kara havayı pek de hoş anmıyor gerçi, isli suların kıyafetlere bulaşıp çıkmayan lekelere dönüşmesi atlatılmış bir sıkıntı. Claudel için de pek farklı değil durum: “Çocukluğumun ve fakirliğin kokusu, aynı zamanda da hüznün kokusu; sanki yanan siyah parçalar, küçük ya da büyük, zararlı ya da zararsız, sürekli ya da geçici, insan yaşamlarının üzerine çöken ve kirleten mutsuzlukların resmiymiş gibi.” (s. 39) Mevsimlik kokularla doldurmak çocukluğu, elmanın veya güneş kreminin kokusuyla, başka nasıl bilecek insan yaşadığını? Krem işte, yazları deniz kenarları, anne sürdükçe mucizevi biçimde görünmez olan beyaz pelte. Baba Ingres’in yıkanan kadın tablolarında aynı kokuyu duyacak anlatıcı, yaşlılığında başka bir yerde, her zaman ve bir şekilde. “Bisikletime biniyorum. Hızla gidiyorum. Rüzgârdan burnum akıyor. 10 yaşındayım. Şimdiki zaman muhteşem bir armağan.” (s. 54)
Cevap yaz