Araya böyle ıvır zıvır kitaplar sokmak iyi oluyor çünkü buna da kafa derler, edebiyat kudebiyat kovalarken eser miktarda kalıyor yahut hiç kalmıyor, ilginç şeylerle yine şahlanıyor paşam. Mesela boşaltım sistemiyle ilgili bir arızanın koca savaşı mahvettiğini öğrenince bir rahatlıyor şöyle, sakinleşiyor. Anladığı şey alakasız gibi görünse de alakalı: nereye dönersek dönelim kıçımız hep arkamızda kalıyor. Bu bilgiyle bir ömür boyu her şeyi mahvedip yine de huzur içinde yaşayabilirim, hele kıçıma görebileceğim bir açı arıyorsam. Mevzu basit, Napolyon düşmana sabahın altısında saldırsa tarihi değiştirecek ama alt tarafta büyük problem var, dokuzda saldırsa yine değiştirebilir ama problem sürüyor, öğlen saldırdığı zaman karşı taraf vaziyet almış çoktan, cortluyor. Bülent Ortaçgil demiş işte, yudum yudum biriktirdiğimizi biri çarpıp dökmüşse, artık dolmuyorsa acıtır. Kendimiz de dökebiliriz, yıllarca uğraşırız da bir anlık dalgınlıkla yıkarız, küçük bir hata yaparız ve tekrar yapamayacak ölçüde yıkarız, sonra yaşamaya devam ederiz. Veya ölürüz, yıllarca en iyi okullarda okuduk diyelim, gizli servise girip bir o kadar daha eğitim, sonra Almanya’ya gittik ve karşıdan karşıya geçerken yanlış yöne baktık çünkü memleketimizde trafik tersten akıyor. Diğer tarafta başarısızlık abidesi var, görev başındayken içebileceği bir mekan arıyor ve buluyor nihayet, bara doğru yürürken araç akışının tersine bakan Nazi subayını görüyor. Şans. İyi bir kılıç ustasıyız, çıkardığımız kılıcı kınına koyarken yerde en az beş kişinin yattığını görüyoruz her seferinde, sayısız savaştan sağ çıkmışız, görev icabı takip ettiğimiz adamı tek başına kıstırdığımız zaman tedbiri elden bırakıp kılıçla fişu fişu hareketler yapıyoruz. Hakkımız var veya yok buna, namlı savaşçıyız da zıpır silahını çekip dan diye vuruyor, ölüyoruz. Indiana Jones’u hiçbir zaman affetmedim bu yüzden de ilginçtir, normalde uzun bir çatışma olacakmış bu sahnede, Harrison Ford o gün ishal miymiş, bağırsaklarında bir sorun varmış da doğaçlama çekivermiş silahını. Adamın sinema kariyerini mahvetmiş olabilir, belki öyle efsane bir dövüş sekansı izleyecektik ki şanı yürüyecekti düşmanı oynayan oyuncunun, kim bilir. Bunu bir metinde kullanacağım, mesela penaltı vuruşunda topun arkasındayız, kalecinin tercihlerine dair çıkarılan istatistiği biliyoruz, kaleci de biliyor, eşitlik. Bizim istatistiğimizi kaleci biliyor, eşitlik. Maçın dakikasına göre sağa veya sola atacağız, 87. dakikadaysak sağa mesela, tek sayı, kaleci bunu biliyor çünkü o da düşünebilir aynı şeyi, taktiğimiz yeni değil, eşitlik. Çocukluğumuzda babamızın tacizine uğradığımız sırada saatin kaç olduğunu biliyoruz, çift sayı diyelim, kalecinin de kuzeninin tacizine uğradığını bilmiyoruz, eşitlik. Karşımızdakinin ne düşündüğünü bilebiliriz veya bilemeyiz, Kalecinin Penaltı Anındaki Endişesi bundan doğar, yine de kendimizden eminizdir çünkü kimse bir diğerini “bilemez”, harekete geçeriz. Daha iyisi, vuruşu başkasına bırakırız çünkü tesadüfler, ihtimaller, şans ve geçmiş bir araya gelip çoktan kirletmiştir tercihimizi, bu kadar teferruatlı düşünmeyen birinin kararına güven duyarız. Bu durumda da emirleri uyguladığımızı söyleriz, emir neyse biz oyuzdur, haliyle aklımız almaz neden suçlandığımızı çünkü emir başkasınındır ve biz başkasıyızdır, oysa herkes kendi kararından mesuldür. Kendilik ortadan kalkınca sorumluluk da kalkar, bu yüzden kendimiz olmaya çalışır ve çıkabilecek nükleer bir savaşı durdurmak için inisiyatif alırız, vatan hainliği suçlamasıyla karşı karşıya kalacağımızı bilsek de. Soğuk Savaş zamanında kaç kez gerçekleşmiş bu, müthiş cesur insanlar uyarı sistemlerine güvenmemişler, kesin olmayan verilerle hareket etmeyi reddetmişler ve o düğmelere basmamışlar. Nükleer kıştan bir adım uzakta yaşayan dünyada küçük çaplı facialar da yaşanabilir, Macaristan’da çok işlek bir köprünün ayaklarına döşenmiş dinamitleri düşününce aklıma ilk gelen Nazilerin yerleştirdiği, patlatamadan kaçmak zorunda kaldıkları dinamitlerin havaya uçmamasını sağlayan herhangi bir güç değil, şans da değil, her şeyin nasılsa öyle olması sadece. Elli yıl boyunca kaç milyon insan geçmiştir oradan, onca süre fark edilmeden kalan dinamitleri bulan kişinin doğrudan yetkililere gitmeyip tellerle oynayacak kadar salak olduğunu hayal ediyorum. Nasılsa öylelik. Determinizm ve indeterminizmin sentezi, her neyse.
Mason’ın anlattıklarından birkaçını sıralayınca yazı bitecek, bugün yediğim onca Kore yemeğinin tetiklediği bir kalp krizi sonucu ölmezsem. Ölürsem yarın yardım edeceğim teyzeye yardım edemeyeceğim, karşıdan karşıya geçerken elmalardan birini düşürecek, elma bir motosikletin dengesini bozacak, yerde sürüklenen adamın çarpıp düşürdüğü kadın falan, öf. Marco Polo’ya anılarını yazmasını söyleyen adam hapiste karşısına çıkar, Polo hapse girmeden önce bir Venedik gemisinin fahri komutanıdır ve Cenevizlilerle savaşırken esir düşer, gerisi o meşhur seyahatname. XVI. Louis aslında kirişi sağlam kıracaktır da Marie Antoinette illa birlikte kaçmalarını ister, daha büyük bir araba ayarlanır ve daha büyük arabaya daha çok eşya konur, değerli zaman kaybedilir. Yine de yola çıkarlar, kendilerini bekleyen sadık adamlar korkarak dağılırlar çünkü kral malum sebepler yüzünden gecikmiştir. Bir köye uğrarlar, köyün posta müdürü rivayete göre bir banknot üzerindeki resminden kralı tanır ve yola koyulur, bir sonraki kente kraldan önce vararak yetkilileri uyarır. Özgürlüğe kırk kilometrelik yol kalmıştır hepi topu, Louis ve Antoinette yakalanıp geri postalanırlar, giyotine giderler nihayetinde. Hitler’le ilgili çok mesele var, Berlin’deki bir suikast tasarısının “sportmence olmadığı” gerekçesiyle iptal edildiği kesin. Kültürel farkların toplumları nasıl etkilediğine dair şahane bir örnek Dunkerque: Hitler tankların ilerleyişini iki günlüğüne durdurur, o sıra kaç yüz bin asker kurtarılır ve kurtarılanlar Kuzey Afrika’da Almanları duman ederler. Hitler yenik bir ordunun eve dönmesinin İngilizlere tokat gibi ineceğini düşünmüştür uşağının söylediklerine göre, oysa İngilizler o kurtarma harekâtını ulusun en büyük zaferlerinden biri olarak kutlarlar ve savaşa tam gaz devam ederler. Başka bir tuhaflık da Hitler’in suratına puro dumanı üflendiği zamandan, Mason’a göre Hitler’in vaziyetten korktuğuna dair ilk gösterge. Sovyet ordusuna karşı savaşan Finlandiyalı Mareşal Carl Mannerheim’ı ziyaret eden Hitler dar bir vagona alınır, yetmiş beş yaşındaki muhatabının doğum gününü kutlayacaktır sözde. Mannerheim bir ara purosunu yakar, Führer’in tütünden nefret ettiğini bilmesine rağmen dumanı adamın yüzüne üfler. Yaverleri donup kalırlar, Führer’in tepkisini beklerler ama Führer kılını bile kıpırdatmaz. Haziran 1942’de yaşanır bunlar, Mannerheim savaşın nasıl sonuçlanacağını anlar. Diğer yanda meşhur çıkarmanın planlarını çantasında taşıyan bir istihbarat subayı sağlam içer, çantasını bindiği takside unutur. Amiri kayıp eşyalar bürosuna gidip çantayı alır, subayın başına ne geldiğini düşünmek bile istemiyorum. Aptallıklar o kadar çok ki şaşırıyor insan, Almanlar muharebe şifrelerinin kırıldığına inanmıyorlar mesela, İngilizlerin uçaklarını havaya uçuracaklarına şehre saldırıyorlar, Cicero’nun Türkiye’den gönderdiği paha biçilmez bilgileri umursamıyorlar, nükleer enerjiyle ilgili çalışmaları bir noktadan sonra ilerletmiyorlar, İngilizler ve Amerikalılar bu konuda onlardan aşağı kalmıyorlar resmen, Pearl Harbor saldırısının engellenememesi ayrı hikâye.
Savaşlardan spora, icatlardan metinlere pek çok zımbırtı var bu kitapta, insanın irrasyonalite listesi denebilir. On papel verip tescillemediğimiz bir buluşumuz varsa bir başkası büyük ihtimalle o parayı verip bize avucumuzu yalatacaktır, biri en olmadık yerde bizi tanıyıp polisi aramayacak, bizden para sızdırmaya çalışacak ve canından olacaktır, kim bilir.
Cevap yaz