İşin edebi yanı üçüncü planda kalıyor, metin kimliklerin felsefi ve fiziki anlamda genişlemelerini ele alıyor. Bazı insanların farklı biçimde, benim gibi bilgi sahibi olmayıp sezgisel anlamda farkına vardığı şeylerden bahsediyor Pesic, bir öykümde her bir atomun farklı bir isme sahip olup olamayacağını düşünmüştüm. Helyumu ele alalım, her helyum helyum mudur, yani aynı helyum mudur? İkiyle dördün çarpımı sekizken dörtle ikinin çarpımı da sekiz ama bunda sekizlerin aynı sekiz olmaması lazım. Gözlemciye göre herhangi bir parçacık türü bireylik sergilemiyor, biriciklik türün genelini kapsayan bir şey, Pesic felsefeye de uzanarak bu biricikliğin türün bütün üyelerine dağıtılıp dağıtılamayacağını ele alıyor, kendilerini “doğa felsefecisi” olarak gören Newton, Faraday, Maxwell gibi bilim insanlarından örnekler vererek elektronların bireyliğiyle insanın kimliği arasındaki paralelliklere ve ayrımlara göz atıyor. Tabii çağdaş kuantum kuramı bu meseleyi içinden çıkılmaz bir hale getiriyor ama bir zamanlar Homeros nesneleri ve kişileri benzer biçimde ele alıyordu, kişileri daha bir odağa alarak. Hektor’un tolgasıyla başlıyor Pesic, bu tolga kafadan çıktığında bile parlamaya devam ediyor, cansız nesneleri ışıldatan bireylik Hektor’un Akhilleus’tan kaçmasını da önler. Glaukos insan soyunu yapraklara benzetir, insanların yapraklar gibi dökülüp dallarda tekrar yeşerdiğini söyler. Her yaprak aynı olmadığına göre insanlar yaşamın çerçevesinde birbirinden ayırt edilemeyen ölümlüler olarak mı gözükür? Pesic yaprak izleğini ileride tekrar kullanacak, şimdilik aklımızda dursun. Yapraklar alınıp satılamaz ama Homeros’un zamanında köleler alınıp satılabiliyordu, İlyada‘da bir bireyin yerini bir başkasının alıp alamayacağı tartışılması metalaşan insanın değeri hakkında soru işaretleri doğuruyor bir yandan. Tanrılar ve kahramanlar çok çeşitli kimliklere bürünebiliyorlar, seslerinden veya davranışlarından tanınıyorlar, öyleyse ayırt edici bir yanları var, kimlik hiç silinmeyecek bir şekilde varlığımıza damgalanmış durumda. “Aslî bu olmaklık” denen kavram esrarlı bir sakrament tarafından aşılır, sezgisel olarak anlaşılabilen bu durum son derece gizemlidir, bu da kuantumla koşut olarak görülebilir. Kronolojik düzlemde ilerliyoruz, Theseus’un mitik gemisine geliyoruz. Anlatmaya lüzum görmüyorum, özetleyeyim, bir geminin bütün parçaları yavaş yavaş değiştiriliyor, böylece geminin orijinal hiçbir parçası kalmıyor, yepyeni bir gemi var elimizde. Önceki gemiyle aynı gemi mi bu? Maddeler atomların temel bütünlüğüne dayanıyordu, Leukippos’la Demokritos atomların yapılarına sadece düşünceyle, duyuların ötesindeki bir noktadan ulaşılabileceğini düşünüyorlardı. Sokrates bu görüşü kabul etmedi, bunda herhangi bir sorgulama ögesi yoktu çünkü. Her şeyin çözümünün atomların birliğinde olduğunu düşünen insanlarla dalga geçen Sokrates’i anlatan Platon, öğrencisi Aristoteles’i de bu yönde doğrudan veya dolaylı olarak etkilemiş olmalı, Aritoteles de meydanda olan şeyleri anlaşılması güç, muğlak kavramlarla açıklamanın gülünç olduğunu söylüyor. Gerçek olan şeyin içsel bir bütünlüğü var, asıl biçimini kaybetmediği sürece Theseus’un gemisi gerçek gemi, çünkü gözlemlenebiliyor. Bakıldığında aynı gemi. Birey değil ama, biricikliği kayıp. Platon’a göre gerçek de değil, ideaları hatırlayalım. Aristoteles’e göreyse madde bağlamında farklı ama biçim olarak aynı. O dönemin farklı görüşlerine göre “aslî bu olmaklık” düşünürden düşünüre var veya yok, Anaxagoras kemiğin küçük kemiklerden oluştuğunu düşünüyormuş mesela, kendini meydana getiren kendilik. Boşluk bahsi de önemli tabii, madde varsa boşluk neden var? Olmak ve olmamak birbirine karışabilir o halde. Einstein’a kadar gelen bir mesele bu, esîr kavramı Einstein’la birlikte mezara gömüldü. Demokritos’a göre kokular, renkler, her şey farklı ama her şey atomlardan ibaret, atomlardan ve boşluktan başka hiçbir şey yok o zaman. Theseus’un gemisi tam bir aldatmaca, atomları asıl atomlar değil çünkü. Bir de Hades’in dünyası var, hiçliğin Hades’in dünyasından daha iyi olduğu söylenmiş zamanında. Ruhun ölümden sonrakiyle aynı ruh olacağını nereden biliyoruz ki? Geminin aynı gemi olup olmayacağını? Cicero hiçbir tüyün, hiçbir kum tanesinin bir diğeriyle aynı olmayacağını söylüyor, stoacılar bireyin giderek önemsizleştiği Roma’da bireye tekrar anlam yüklemeye çalıştılar, Tanrı her bireyi bir amaç uğruna, farklı kimliklerle yarattığı için her bir insan değerliydi onlara göre. İşin içine din girdikten sonra atom kuramı da biçim değiştiriyor hemen, ilahi gücün araçlarına uygun olarak atomların bireyliği fikri hemen ortadan kalkıyor, kalkmazsa kanın şaraba dönüşmesi açıklanamayacak. Hemen bir orta yol bulunuyor bu durumda, atomların Tanrı’nın gücüyle yenilenebilecekleri fikri Demokritos’un sonsuz çeşitlilikteki atomlarına denkleniyor. Descartes atomların yıprandığını ve belki de nüfuz edilemez olduklarını belirtiyor, söyledikleri gemi açısından bir yenilik taşımasa da kendi çağının insanları kafa yormayı sürdürüyor, örneğin Hobbes eski malzemelerden tekrar inşa edilen geminin yeni gemiyle yan yana getirilmesi halinde gerçeklik için problem çıkacağını söylüyor. Locke’a göre aynı bilincin, tözün iki ayrı kişiye dağıtılması durumunda benzer bir paradoks çıkar ortaya. Günümüze gelelim, vücudumuzdaki hücreler her yedi yılda bir yenileniyor. Yedi yıl önceki ben, ben miydim? Bir adım daha ileri gideyim, zamanda yolculuk temalı filmlerde bir insanın geçmişteki veya gelecekteki haline dokunduğu zaman evrenin fişinin çekileceği söylenir. Neden ki, aradan yedi yıl geçtiyse hiçbir tehlike yok, geçmediyse de aynı hücreler birbiriyle temas edemez zaten, çekirdekleri birbirini iter. Bir başka açı, insandaki iki töz uykuda ve uyanıklıkta iki farklı kişinin varlığına temel olabilir mi? Ersin Karabulut’un böyle bir çizgi öykücüğü vardı, insanlar gerçek yaşamlarını rüya olarak görüyordu. Locke kişiliği ruhun ve belleğin süreğenliğiyle tanımlıyor, ona göre teklik mümkün. Leibniz birbirine tamamen benzeyen iki maddenin olamayacağını söyleyip monadları yaratıyor, gerisini muhayyileye yoruyor. “Herkesin eşsiz, ebedi bir birey olduğu yolundaki kanaat, belirsizlik uçurumu üzerinde gerçekleştirilen düşsel bir uçuştur.” (s. 44) Martin Guerre’in hikâyesiyle birlikte Shakespeare, Dostoyevski, Baudelaire alıntıları geliyor ve bireyliğin sorgulanması sürüyor. Guerre olayı yıllar sonra evine dönen bir adamın kendisine çok benzeyen birinin kendi yerini aldığını görmesiyle patlak veriyor, mahkeme sürecinde insanlar ikisini pek ayırt edemiyorlar, sonra biricikliğe varan birkaç davranışla asıl Guerre ortaya çıkıyor. Soluk aldırıcı kısa bir bölümde geçiyor bunlar, zira sonraki bölümlerde üzerinde daha fazla durulacak, daha fazla düşünülecek fikirler var. Leibniz’in yaprak olayı üzerinde duruluyor, iki yaprağın hiçbir şekilde birbirine benzemeyeceğine dair iddiaya giriyor Leibniz ve kazanıyor ama gerçekte neye bakılması lazım? Görünüş? Atomlar?
Kuantumun ortaya çıkışının hikâyesi metnin esas bölümünü oluşturuyor bana göre, evrenin bu en önemli kuramlarından birinin hikâyesini birçok yerde okudum ama Pesic’in anlatımından daha iyisini görmedim açıkçası. Maxwell ve Boltzmann atomlara hem bireymiş hem de birey değilmiş gibi bakmaya başlar başlamaz serüven ipini koparıyor. Newton’un gökteki cisimlerin “çevrelenmiş olmalarına” dair havada kalan düşüncelerini Maxwell formülize ediyor, Faraday’in fikirlerinden etkilenerek kuvvet çizgilerini buluyor ama hâlâ esîr üzerine düşünüyor, oysa Faraday titreşimlerin üzerine gitmeyi düşünüyor, esîrin varlığını bir kenara atarak ışığın veya ışığın parçacıklarının titreşimleri üzerinde durmak istiyor. Maxwell’se artık durması gereken noktaya yaklaştığını düşünüyor, zira eldeki bilimle “doğal denemeyecek” süreçlerin araştırılması Pesic’in buluşu olan “eşkimliklilik” mevzusunu ortaya çıkaracak, dönemin bilim insanları buna henüz hazır değil. Bu nane ortaya çıkarıldıktan sonra da pek anlamışız gibi gözükmüyor, Dyson’a göre anlaşılacak hiçbir şey olmadığını anlamak dışında yapılacak bir şey yok. Penrose’un meşhur açıklamasını alıntılayıp bitireyim: “‘Nasıl işliyor? Bu yasanın ardındaki mekanizma nedir? Kimse yasanın ardındaki mekanizmayı bulamadı. Kimse şimdiye kadar açıkladığımızdan daha fazlasını açıklayamaz. Kimse bu durumla ilgili daha derin bir tasvir yapamaz. Bu sonuçların çıkarılabileceği daha temel bir mekanizma hakkında hiçbir fikrimiz yoktur.’” (s. 105)
Cevap yaz