Macarlar bu işi vallahi biliyorlar. Gün Benderli’ye sonsuz teşekkür, çevirileri olmasa Macarların uçuk kaçık metinleriyle ne zaman tanışırdık kim bilir. Hemen Krisztián Grescó geliyor aklıma, Peşinden Gidiyorum. Ülkenin yakın geçmişindeki çalkantılarla devrilmemeye çalışan çocuklar büyüyorlar, acı çekiyorlar, kabulleniyorlar ve değişimlere, kayıplara ayak uydurmaya çalışıyorlar. Olduğu kadar. Kalpleri parçalanıyor, parçalar geride kalıyor ve anlatı o parçaları da toplamaya, göstermeye çalıştığı için geri dönüşlerle ileriye doğru ilerlemeye çalışıyor, ilerliyor, her kırılmadan sonra anlatılan zamanların değişimiyle anlatıcının değişimini paralel doğruları izlermiş gibi izleyebiliyoruz, bir dünya oyun çıkıyor ortaya, klasik anlatı da yer yer gösteriyor kendini, sanki siyasi krizlerin arasındaki istikrarlı zamanları yaşıyormuşuz gibi okuyoruz, birazcık başımız dönüyor ama okuduğumuz şeyden büyük keyif alıyoruz, tabii ki Aylak Adam Yayınları’na teşekkür etmeyi unutmuyoruz roman bitince. Kısacası Péter Esterházy olsun, László Krasznahorkai olsun, Imre Kertész olsun, kim varsa okunmalı, hele de Benderli çevirmişse. Erdal Şalikoğlu ve Vural Yıldırım’ı da anmalı, Dezső Kosztolányi’nin iki metnini çevirdiler, var olsunlar. Gecekuşu Kornelius kadar renkli, neşeli burgulu bir roman daha okudum mu bilmem. Her neyse, mevzu Nádas’ın metni, ailenin işlevi, çocuğun gözünden dünya, ani geçişler, parçalı bilinç. Peşinden Gidiyorum‘un esas oğlanı ergenlik zamanlarını yaşarken parçaları bir arada tutabiliyordu, bilişsel işlevlerin tamamen gelişmesiyle hikâyelerden örüntü yaratabilmek kolaylaşır da bir çocuk onca hikâyeyi, büyükbabasının boca ettiklerini mesela, babasının ansızın ortaya çıkıp kaybolmasını, annesinin yokluğunu gelişimini tamamlamamış, anlık parıltılardan ibaret zihninin neresinde birleştirsin de yaşamının bütünlüğünü sağlasın? Mümkün değil, dolayısıyla saadeti dümdüz bir olay örgüsünde bulanlar için bu metin baş ağrılarına, elde titremeye ve gözde seğirmeye yol açabilir, her şeye açık ve hazır okur içinse şenlik gibi gelecektir. Edebiyatın ve yaşamın neliğine de değinmeli, tikel durumlardan yola çıkarak yaşamın edebiyata sığmayacağı, edebiyatın yaşamı tamamıyla taklit edemeyeceği, kapsayamayacağı, şalala eyleyemeyeceği söylenir, bütün genellemeler gibi yanlıştır ve genelleyen için yüzde yüz doğrudur bunlar. Ben ikisini birbirinden ayıramadığım için Aristoteles’in tasniflerine de sıcak bakamıyorum hatta hiç bakmıyorum bu konuda, dolayısıyla bir çocuğun dili kurguda böyleyse gerçekte de böyledir, tercih ettiği sözcükler, şeyleri anlatma sırası, seçici hafızanın ortaya koydukları orada nasılsa burada da öyledir, edebi metinler bir çocuğun sesini böylesi gerçekçi anlatsa zor metinler haline gelmez aslında, yani sokakta karşılaştığınız küçük bir çocuğun ağzından upuzun bir hikâyeyi dinlemek gibidir bu metni okumak. Üstelik bu çocuğun ailesi, ülkesi, hafızası paramparçadır, oradan oraya atlamasından daha doğal ne olabilir? Haliyle etrafındaki insanlar hakkında edindiği bilgileri de sıralamayacaktır bu çocuk, kimseyi aydınlatmak zorunda değildir, okur olarak yaşamını takip edip ipuçlarını toplamak, sayılan isimlerin çocuğumuz Peter Simon için anlamını çıkarsamak zorundayız. Birtakım gariplikleri de çocukluğuna vereceğiz yine, mesela komşu bir iki çocuklar evcilik oynuyorlar, Simon baba rolünde, çocuğa bakıp söylediği: “Annem bana nasıl sarılıyorsa öyle, avucumu nemli alnına değdirdim, tenimde hissettiğim kendi elim mi yoksa onun alnı mı anlayamadım. Boynunda kalın bir damar vardı. Bu damarı delsem kanı fışkırır, akar. Mutfaktan hâlâ kap kacak sesleri geliyordu.” (s. 11) Çocuk zihni budur, dikkat süresi kısa olduğu için düşünceler akıp gider, aralarında bir bağ olmasına gerek yoktur, algılanan dünyanın hızı ve bilincin akışkanlığı muazzamdır. Bu yıkıcı düşüncelerin psikolojik açıklamalarını merak ediyorum açıkçası, karşıma çıkınca tekrar düşündüm, benim de aklıma gelen kan dökmeli fikirlerin kaynağı nedir ve neden bunun hayalini hemen uzaklaştırmaya çalışırız? Anormallik tabii de neden böyle? Devam edeyim, Simon’un hayal gücü sık sık devreye girerek karanlık bir köşeyi mağaraya çevirir, kemiklerle dolu zeminin üzerinde yürümenin getireceği serüvene duyulan heyecan yüzeye çıkar ve büyükbabayı çağrıştıracak bir şey ortaya çıkar çıkmaz hemen büyükbabalı bir sahneye geçeriz, paragraf atlamadan. Anne yok, baba çok gizli bir projede çalışan bir subay, Simon babaannesi ve büyükbabasıyla birlikte yaşıyor, hikâyeler hep büyükbabadan. Nedir, kemiklerin hemen ardından büyükbaba 1915’teki savaşta ölümle burun buruna nasıl geldiğini anlatmaya başlar. Sırp düşmanıyla dövüşürken atıyla birlikte ikiye ayrılmaya ramak kaldığı an süvarisi yetişir ve düşmanın kellesini uçurur, hikâyesini bitiren büyükbaba kahkaha atmaya başlar başlamaz takma dişleri ağzından fırlayıp düşer, büyükbaba dişlerini alıp hemen takar, başka bir askerlik hikâyesi anlatmaya başlar. Yetişkinmiş gibi davranılan Simon uydurduğu masallarını da tekinsiz, dehşet dolu dünyalarda geçirir, yetişkinlerin zehirli dünyası çocukluğunu tamamen işgal etmiştir.
Baba ara sıra ziyarete gelir, genellikle sabaha karşı. Üstü başı benzin ve pislik kokar, Simon o kokuyu sever yine de. Erkenden gitmek zorundadır baba, annesiyle oğlunu gördükten sonra geldiği gibi kaybolur. Bir gün babaannesiyle alışverişe çıkan Simon babasını karşısında görünce çok şaşırır, adamın panik halinde konuşmaya çalışmasına şaşıran babaanne şok geçirir ve ağlamaya başlar, oğlunun söylemek istediklerini söyleyememesine neden olur. Zamanı çok kısıtlı olan baba ikisine de veda edip ortadan kaybolur yine. Kısa süre sonra radyoda babanın yargılanmasını dinlemeye başlarlar. CIA iki düşman ordunun temsilcilerini bir araya getirmeye çalışırken baba da mevzuya dahil olduğu için vatan hainliğiyle yargılanmaktadır, sorgusunun bir kısmını okuduktan sonra kurtuluş umudunun olmadığını görürüz, baba böylece Simon’un yaşamından çıkar. Babaanne de geçirdiği krizden sonra uzun süre yaşamaz, büyükbaba da öldükten sonra Simon bir süre büyükbabasının ölüsüyle zaman geçirir, görevlilere haber verdiğinde yurda yerleşmekten başka çaresi kalmaz. Çelik gibi iradeye sahip yöneticiler, devrecilik, katı kuralların dünyası Simon’un zihninin sihirli işleyişini bozar, olaylar kronolojik olarak yer edecektir artık, onca cezadan ve isyandan sonra çocukların başına gelenlerle birlikte anlatı sonlanır. Simon’un büyümesine yordum ben, birbirine bağlayabileceği kadar çok acıya şahit olmuştur artık, anlatmaya değer bir şey kalmamıştır, dünyanın seyri bir daha değişmeyecektir çünkü.
Büyükbabanın iki parça halinde anlattığı aile hikâyesinin Ezra’nın bir araya getirdiği hikâyelerden farkını çözebilene aşk olsun. Şöyle düşünelim, kozmogoni mitlere bölünüyor ve yeryüzünün yaratılışı kutla birleşiyor, semavi dinlerin peygamberleri geçmeye başlıyor tarihten, sonrasında ortaya çıkan insanların serüvenlerini Gılgamış’ınkilerle aynı havaya sahip bir dünyadan yansımalar olarak okuyoruz, kahramanların çocukları doğuyor ve o çocukları, sonra birkaçını, sonra belli birini izlemeye başlıyoruz. Zaman geçiyor, Yahudilerin uğradığı eziyetler, maruz kaldıkları katliamlar sayılarını azaltsa da umutlarını yitirmeden yeni yurtlar arıyorlar, buluyorlar ve evleri yakılıp yıkılana kadar orada kalıyorlar diyelim, kaldıkları yeri ev bellemeleri çok zor. Savaşlara katılıyorlar, kurdukları devletler yıkılıyor ve yenileri kuruluyor, izlediğimiz çocuk büyüyor ve çocukları oluyor, ağacın kökünden dallara geçiyoruz, sonra sadece bir dal, sonra yapraklar. Yahudilerin tarihinden Macaristan’a yerleşen Simon’un atalarının tarihine, daha belirgin zamanların hikâyelerine geçiyoruz böylece, kutsal anlatılardan modern hikâyeye kadar pek çok durağa uğruyoruz, dönüşümleri aynı metinde, aynı paragrafta görebiliyoruz, müthiş bir teknik.
Okuyup sevmeyeni çok, ben çok beğendim. Ortalama okura hitap etmez, nitelikli okur içindir. Hatta yazarlığını geliştirmek isteyen yazarlar da okusunlar, gerçekten ilginç şeyler var burada.
Cevap yaz