Deville öyle bir hikâyeyi öyle bir üslupla anlatmış ki fırtınaya kapılmamak elde değil. Tarihin kurmacaya dönüşümü, kurmacanın tarihle delik deşik edilmesi, Meksika’dan yolu geçen devrimcilerin ve yazarların yaşamları ve teğet noktaları derken bir tuhaf roman bu diyesim var ama romandan çok daha fazlası, tarihî roman da değil, ara bir tür. Normalin dışındaki her roman gibi genel olarak beğenilmemiş, zorlayıcılığının ödülünü veriyor oysa. Birazcık ön bilgi gerektiren bir roman aynı zamanda, Troçki’den Artaud’ya pek çok isim gelip geçiyor, bazılarıyla tekrar karşılaşıyoruz ki Troçki ve Malcolm Lowry sık sık karşımıza çıkacak. Aslında Troçki’nin merkezde olduğu bir yapı varsa da merkez sürekli kayıyor, Ekim Devrimi’nden İkinci Dünya Savaşı’na pek çok olayın savurduğu insanların yeryüzü sürgünlüğünü görüyoruz. Başlangıçta her şeyin pas raspalayanların çıkardığı gürültüyle başlayıp bittiğini söylüyor Deville, gerçekten de anlatının sonunda aynı sahneyle noktayı koyuyor. Tampico’da gemi makinisti Sandino var o sıra, Nikaragua’dan ayrılıp uzun süre dolaştıktan sonra postu oraya sermiş, ABD’yi ülkesinden dehlemesine biraz daha var. Aynı şehirde Ret Marut’un etrafında toplanan komplocular liderlerinin tecrübelerinden yararlanıyorlar. Ret Marut’u “B. Traven” adıyla biliyoruz, yazdığı romanlar ve romanlarından uyarlanan filmler meşhur, bunun yanında ölümünden yıllar sonra ortaya çıkan esas kimliğiyle giriştiği eylemler yer buluyor anlatıda. Birinci Dünya Savaşı sonunda Münih’teki başkaldırıya karışan Marut, Rosa Luxemburg ve diğer arkadaşlarının öldürülmesinden sonra canını kurtarmak için ülkesinden kaçmış, farklı isimlerle farklı ülkelerde yakalanmadan yaşamış, yazdığı romanları Almanya’ya yollayarak yayımlatabilmiş bir gezgin, hayalet veya her neyse. México’da fotoğrafçı Tina Modotti’nin yanında Torsvan adını almış mesela, Modotti’nin Diego Rivera’yı Frida Kahlo’yla tanıştırdığını ve ikisiyle de yakın arkadaş olduğunu, arkadaştan çok daha fazlası da olduğunu söylemeli. Haliyle buradan Troçki’ye bağlanacak mevzu, Deville’in çektiği bağlamalarla anlatıyı yönlendirmesi şahane: “Bardan gece yarısı, Alman ya da Polonyalı öğütlerinden güç alarak, kafası büyük devrim ateşleriyle dolu halde çıkıp, sodyum buharlı sokak lambalarının turuncu konisinde, yandan vuran yağmurun altında hızlı hızlı yürüyen Sandino’ya gelince, onun ardından da gidebilirdik. (…) Ama onun ardından gitmeyeceğiz. Sıcak havanın yarattığı sisin içinde, yüksek yan duvarları kırmızı-siyah olan bir başka Norveç tankeri Meksika Körfezi’nden geçip Tampico Limanı’na yanaşıyor. Güvertesinde, sürgündeki bir başka devrimci, pas raspalayanların çıkardığı gürültüyü ve deniz kuşlarının bağırışlarını duyuyor.” (s. 14) Gerçi Deville’in böyle dediğine inanmamalı, anlatılan zamanda onu takip etmesek de Sandino sık sık karşımıza çıkacak, acı sonunu ve destansı mücadelesini göreceğiz, tıpkı diğer devrimcilerin mücadelesini gördüğümüz gibi. Şimdilik merkezde Troçki var, Büyükada’dan Fransa’ya, oradan Norveç’e ve en sonunda Meksika’ya göçen Troçki’nin kabulünü devlet başkanını ikna eden Rivera sağlamış, devrimciden devrimciye uzanan yardım eli. Sonraları Stalinist olacak Rivera, büyük bir şirketin duvarlarına resimler çizdiği için protestolar düzenlenecek, ortalığı karıştıracak açıkçası. Oralara var daha, Lev Davidoviç Bronştayn’ın, sahte pasaportundaki adıyla Troçki’nin yirmili yaşlarından itibaren gönderildiği sürgünler, Kızıl Ordu’nun başındayken kazandığı zaferler, Stalin’in gücü elinde toplamasına yol açan sessizliği ve umursamazlığı dahil olmak üzere hemen her mevzuyu anlatıyor Deville. Oscar Wilde’ın yeğeni Arthur Cravan’la Troçki’nin New York’a giden bir gemide karşılaşması hoş tesadüf. Cravan’ın Marut’tan pek bir farkı yok aslında, kimlik değiştirerek seyahat etmekten keyif alıyor, yazdığı şiirlerden çok halasının eşi Wilde’ın el yazısını taklit ederek yazdığı Wilde metinleriyle para kazanıyor, iki metreye yakın boyu ve kaslı vücuduyla mülayim bir dolandırıcı. Olimpiyat şampiyonunu madara etmişliği var, Meksika’da çıktığı maçı kaybetmeseydi yaşamı bambaşka bir çizgide ilerleyebilirdi. Meksika’dan bir sandalla denize açılıyor ve ortadan kayboluyor Cravan, aslında Jack London olduğu da söyleniyor ki herkesin herkes olduğu söylenebilir, öylesi bir karmaşa var o dönem. “Dünya böyle hareket ediyor işte. Tarihin sonu da gelmedi. Bu ülkenin hiçbir zaman bir eşi olmamış. On yıldır, yeniden Troçki’yi ve Lowry’yi, derken Cravan ve Traven gibi Meksika’ya geldikten sonra yitip gitmiş başka yazarları okuyorum, ipleri uçlarından tutuyor, makaraları çözüyor, bağlantılar kuruyor, yine çok uzun zaman önce yitmiş ve México’daki küçük çetenin tüm öykülerine karışmış üç ünlü kadının yaşamlarını bir araya getiriyorum, bunlar öyle kadınlar ki halkın hayranlığı ve ulusların bilgeliği aslında onlar için taş basamaklı yüksek Kızılderili piramitleri dikmeli, tepelerine de Larissa Reissner’in kitaplarının, Frida Kahlo’nun resimlerinin, Tina Modotti’nin fotoğraflarının konacağı, Zeus Kızlarının üç erdeminin, Sevincin, Bolluğun ve Görkemin gelişigüzel dağıtılacağı, basamaklarına çok renkli tüyler içindeki rahiplerin ve tövbekârların, dua edenlerin, denizcilerin, sürgünlerin, belgesiz kaçakların, yurtsuzların çağrılacağı üç sunak koymalıydı. Tüm bu insanların yolları yeraltı yaşamında ya da gemilerde kesişmiş:
Sandino Traven’la, Troçki de Cravan’la tanışıyor.” (s. 25)
Lowry’nin yaşamını James Wood anlatıyordu sanırım. Dehanın giderek bozduğu bir bilinç, zamanı olsa Homerosvari anlatısını yazacağını bilen bir sanatçı. İlk eşi deliliği kaldıramamış olsa da ikinci eşinin de az çok kendisi gibi olduğunu bilen Lowry en bilinen eseri Yanardağın Altında‘yı yıllar süren bir bozunumla yazıyor, noktayı koyduktan bir süre sonra hayatını kaybedecek. Deville bu metni anlatısına katarken Lowry’nin aslında başarısızlıklarını yazdığını söyleyecek, başarısızlıkları yetersiz gelince kendine başka başarısızlıklar bulmuş yazar, dibi görene kadar derinlere inmiş, yolculuğunun duraklarından biri México ki bu sayede giriyor anlatıya. Troçki’nin ne yaptığına bakalım, 9 Ocak 1937’deki ilk akşamdan başlayarak zahmetli bir konuk. Eşlikçileri Frida Kahlo’ya emanet ediyorlar Troçki’yi, o sırada sanatçı çetesinde bölünmeler başlamış bile. Stalin taraftarları gruptan ayrılmış, iki suikast girişiminden biri bu ayrılıkçı tayfadan birinin eseri. Duvarlar yükseltilecek, nöbetçiler artırılacak ama deneyimli bir suikastçı çıkacak ortaya, buz baltasıyla Troçki’nin canını alacak. Öncesindeki zaferi anmalı, Troçki’nin ailesinden ve çevresinden birçok insanın öldürülmesi zaman zaman yılgınlığa yol açsa da Moskova Davaları için iyi hazırlanıyor Troçki, arşivinden belgelerle kendini savunuyor. John Dewey’nin başındaki komisyon Troçki’nin ifadesini almak için Meksika’ya gittiğinde Dewey sanıktan çok etkileniyor ve Troçki’nin karşılaştığı en olağanüstü insanlardan biri olduğunu söylüyor, buna benzer bir şey söylüyor en azından, bulamadım şimdi. Bu kitaba kesinlikle dizin lazım, o kadar çok isim o kadar çok yerde geçiyor ki bir şeyi arayıp bulmak çok zor. Neyse, Dewey yargılama sonunda Troçki’yi “suçsuz” buluyor. Son olarak Artaud’yla Troçki arasındaki mevzudan bahsedeyim, Dördüncü Enternasyonal’in çalışmaları sırasında Meksika’da bulunan Artaud’dan yazı istiyor Troçki, Artaud elinden geleni yapsa da Troçki’nin karşısında ufacık bir adam gibi hissediyor kendini ve metni bir türlü yazamıyor. Troçki durumu anlıyor sanırım, Artaud’ya olumsuz hiçbir şey söylemiyor ve birlikte zaman geçirmeye devam ediyorlar. Avrupa’nın cesedini Meksika’da görmekten oldukça rahatsız Artaud, ölen bir kültürün Güney Amerika’ya henüz ulaştığını görmek bıktırıcı. Artaud’nun Avrupa’ya dönüşünden bir buçuk yıl sonra Lowry Meksika’dan ayrılıyor, Breton geliyor bu kez, onun hikâyesi de ayrı. Bütün hikâyeler ayrı ve bir, her şey incecik iplerle bağlanıyor, şahane bir roman çıkıyor ortaya.
Tavsiye ediyorum, okunmalı bu roman.
Cevap yaz