Ölüme kadar eğlentidir zaman, daha çabuk geçmesi için oyunlar uydururuz. Her şeyden başka bir şeye tutunuruz, güzel oyundur, zamanı bir yerde durdurur. Yaşamın böyle böyle kaçtığını söyleyen yaşamın tam da bu olduğunu bilmez: bakmak, okumak, yazmak, neyse artık. Şundan, Mösyö de Sainte Colombe müziği yaşamla birleştirmişse de yaşam müziğin üstündedir, müzik sadece yaşamı genişleten bir oyundur, çok ciddi bir oyun. Ressamın fırçasındadır, nalburun örsündedir, tamircinin çekicindedir, nerede devinim varsa oradadır, anlam nerede bulunduysa oradadır, odur müzik, belli bir yere kadar öğretilebilirse de ötesine ancak sezgiyle varılır, Sainte Colombe bu yüzden öğrencilerini ince eleyip de seçer, gidebilecekleri yere kadar götürür, ötesine güçlerinin yetmeyeceğini görünce bırakır. Kendime ularım buradan, merkezime tam oturttuğum, düşündüğüm şeyi şak diye yapıştırıyor bir yerde: “‘Benim için, sanattan da önemli bir şey var, parmaklardan da önemli, kulaktan da önemli, buluşlardan da önemli: Sürdüğüm tutkulu yaşamdır o.’” (s. 59) Budur, yaşamın bir anlamı varsa tutkunun sürdürülmesi, koşullar ne olursa olsun canlı tutulmasıdır, bunun için gerekirse feda etmektir, acı verse de yolları ayırmaktır bir şeylerle, birileriyle. Brandon Sanderson’da okudum, İç Savaş Diyarı Feci Düşüşte‘nin sonuna kitaptaki öykülerini nasıl yazdığını anlattığı bir bölüm eklemiş, Sanderson işteki zamanından çalıyor, evdeki zamanından, çocuklarından, eşinden çalıyor. Kendi yaşamından çalıp çalmadığını bilmiyorum, insan güzel bir oyuna kapılınca zamanını olabilecek en iyi şekilde geçirmiş demektir. Öyle midir? Sainte Colombe müziğini satmaz, XIV. Louis’nin kendisini dinlemeye gelen adamlarını def eder, gitmekten başka çare kalmayınca sarayda da aynı tavrını sürdürür, kral etkilenir ve adamı rahat bırakır nihayet. “‘Ben öyle yabanımdır ki Mösyö, kendimden başka kimselere bağlı olmadığımı düşünürüm.’” (s. 19) Sainte Colombe konser vermez, arada sırada dostlarına dinlence sunsa da iki kızıyla çaldığı müziği notaya geçirmez, doğaçlamaları kaydetmez, derinlerden gelen müziğin sadece bir kez dinlenebileceğini düşünür. Yaşamın ta kendisi. Aynı su falan, farklı zamanlarda çalınan aynı iki nota asla aynı şekilde tınlamaz, o ânın sihri bir daha ortaya çıkmaz, Sainte Colombe yaşamı sihirli anların toplamı olarak gördüğü için tek kezliği tekrar yaşamaya çalışmaz. Krala bile kafa tutabilecek kadar özgürlüğüne düşkündür, kimse istemediği bir şeyi zorla yaptıramaz ona, kaybedeceği ne olursa olsun. Sainte Colombe, zannediyorum, en muteber, saygı duyulası kurgu karakterlerden biridir, sanatı yaşamını katlanılır kılmanın yolu olmaktan öteye geçmez, hiçbir şeye kutsallık atfetmez Sainte Colombe, ölümü dilediğince bekler.
1650’de Madam de Sainte Colombe ölür, ardında iki ve altı yaşlarında iki kız bırakmıştır. Mösyömüzün eşiyle geçirdiği zamanlar, anladığımız kadarıyla yaşamının en güzel zamanlarıdır, eşinin sayesinde huylarını toparlamakta, sağlıklı ilişkiler kurabilmektedir mösyö, daha sosyaldir, sevecendir, mutlulukla ne yapacağını bilir. Eşi öldükten sonra içine kapanır, kendini tamamen müziğe verip günde on beş saat çalışmaya başlar, daha da önemlisi viyolayı dizlerinin arasında, baldıra dayamadan tutmayı keşfeder, enstrümanın tınısını farklılaştırır ama bununla yetinmez, arşeyi tutmak için yeni bir teknik geliştirir ve enstrümana yedinci bir tel ekler, bas. Öğrencilerinden birinin dediğine göre son teli ekledikten sonra viyoladan insan sesi çıkarmaya başlar Sainte Colombe, savaş çığlıklarından ağlama seslerine dek her türlü sesi, sesin bağlı olduğu duyguyu canlandırır. Zamanla büyük kızı Madeleine ve küçüğü Toinette de enstrüman çalmayı öğrenirler, babalarıyla bir trio oluştururlar ve sayılı misafirlerine ara ara müzik ziyafeti sunarlar. Söylemeye gerek yok, çaldıkları ezgiler kayda geçirilmez, anla birlikte yok olur. Bir tek en büyük acısını tekrar yaşamak ister Sainte Colombe, bu yüzden “Özlemlere Ağıt” adlı bir bestesini kırmızı defterine geçirir, ara sıra odasında bir başına çalar. Yıllar geçerken kızlar büyür, usta viyolistlere dönüşürler, babalarının acısı da giderek ustalaşır ve annelerinin hayaletini çıkarır ortaya. Sainte Colombe’un gözlerinden yaşlar süzülür bir gece, eşi karşısındadır ama parça bitince gider. Hikâyenin tek olağanüstü yanıdır bu, Sainte Colombe odasındaki gofretin yarısının kemirildiğini fark edince çok şaşırır, gerçektir demek ki. Hayalet. Müzik. Gerçek olan bir şey vardır müzik varken. Şu da vardır, denk gelmişken söylemeli, metnin orijinaliyle kıyaslayacak yetkinliğe sahip değilim ama Orçun Türkay’ın bazı tercihleri orijinal metnin dilindeki eskiliği yansıtıyor zannederim, bir yerde “tansık” sözcüğünü kullanıyor mesela Türkay, başka yerlerde tutmamış veya tutmuş eski sözcüklere yer veriyor, bu tür sözcükleri okuduğum çevirilerinde kullandığını hiç görmediğim için o eskiliği aktarma çabası diye düşünüyorum ve Türkay’a teşekkür ediyorum böyleyse, bence olmuş. Evet, Sainte Colombe iki üç arkadaşından biri olan Mösyö Baugin’den eşinin yanında görünüverdiği yazı masasını betimleyecek bir resim yapmasını ister, görüntüden kimselere bahsetmez. Resmi gördükçe mutlu olur, daha az öfkelenir, kızlarının korkusu biraz olsun diner ama bu ferah günlerin de sonu gelecektir, esas oğlanımız kısa süre sonra evin kapısını çalar: Mösyö Marin Marais. Louvre Şatosu’nun girişindeki kilisenin korosuna alınmış, sesi çatlayınca viyolaya geçmiştir Marais, usta eğitmenlerden ders almış ve son ustasının tavsiyesiyle Sainte Colombe’a gelmiştir. Ustayla çırağın ilk karşılaşması iyi sonuçlanmaz tabii, Marais’den etkilenen Madeleine viyolasını ödünç vererek kalbini o an zincirler, on yedi yaşındaki oğlan akort yapar ve ünlü bir süiti büyük bir rahatlık ve ustalıkla çalar. Sainte Colombe’un yüzündeki ifade değişmez, oğlanı öğrencilerinin arasına kabul edemeyeceğini söyler, Marais müzik çalmaktadır ama müzisyen değildir. İkinci bir eseri de ustalıkla çalar Marais, Sainte Colombe bir ay sonra tekrar gelmesini ister çocuktan. Sırf acıdığı için alacaktır yanına, yeteneğinden değil. “‘Yüreğiniz var mı hissetmeye? Beyniniz var mı düşünmeye? Bilir misiniz, iş dans etmek ya da kralın kulağını okşamak olmayınca, neye yarar sesler?’” (s. 40)
Araları bozulur hemen, Marais gerçekten de müzisyen değildir, müzik icracısıdır sadece. Sainte Colombe’un neyi kastettiğini anlayamaz, üstelik saraya gidip kraliyetin gönlünü eğlendirince papaz olurlar. Sainte Colombe çocuğun viyolasını alıp şöminenin taş pervazında paramparça eder, kızlarının ve oğlanın gözyaşlarını görmezden gelip bir kese altını çocuğun ayaklarının dibine atar. Ona göre çalgı hiçbir şeydir, kesedeki para “kralın karşısında fırıl fırıl dönmek için oğlanın bir sirk atı almasına yeter”. Hikâyenin geri kalanı çatışmanın ağırlığı altında ezilir, üstelik Marais iki kız kardeşle de birlikte olur ve Madeleine’i hamile bırakır. Kovulmasına rağmen gizli gizli eve gelir ve ustasının müziğini dinler, o hüznün ve güzelliğin nasıl ortaya çıktığını anlamaya çalışır, başaramaz. Yıllar geçer, Sainte Colombe iyice yaşlanır ve eşinin yanına gitmeden önceki kısıtlı sürede zamanının daha geniş bir bölümünü çalmaya ayırır. Marais’yle arasındaki bütün öfkeyi müzik alıp götürür, eski öğrencisi kapıda biter ve müziğin sırrına nihayet tam anlamıyla ermek istediğini söyler. “Mösyö de Sainte Colombe maroken müzik defterini aralarken, Mösyö Marais mumu müzik defterine yaklaştırdı. Bakıştılar, defteri yeniden kapadılar, oturdular, çalgılarını akort ettiler. Mösyö de Sainte Colombe boş ölçüyü saydı, parmaklarını yerleştirdiler. Gözyaşları’nı böyle çaldılar işte. İki viyolanın sesinin yükseldiği an bakıştılar. Ağlıyorlardı. Kulübeye oracığa açılmış pencereden giren ışık sararmıştı. Gözyaşları ağır ağır burunlarına, yanaklarına, dudaklarına akarken, bir yandan birbirlerine gülümsüyorlardı. Mösyö Marais ancak gün ağarırken döndü Versailles’a.” (s. 95)
Müthiş bir roman ya. Konusu, sadeliği, inceliği… Mutlaka okunmalı.
Cevap yaz