Kırmızı Yel‘deki işçilik yok, dil alışılmış sentakstan taşmadığı için rahat, basit, betimlemelerin ağırlığında insanlık manzaraları. Şahin memleketin kaç köşesinden işçileri getiriyor, mevsimlik acıların ömürlüğe dönüşmesini anlatıyor, acı. Çukurova diyelim, önce o toprak, gök, rüzgâr belirecek manzarada, ardından yığınlar gelecek, içlerinden üçünün beşinin kavgası şekillenecek. Tuncer Erdem’in Ben, Bozkır Yeli nam metnindeki yel anlatıyor bil, gördüğü tek şey köylünün acından ölmemeye çabalarken toprağa karışıp gitmesi. “Irgat Erleri” ilk öykü, ilk paragraftan çerçeve çizmece: “Her yıl gelirlerdi. Açlığın, işsizliğin taşırdığı seller gibi gelirlerdi. Her yıl bir uçları Siverek’te, Kâhta, Gerger, Nizip’te, bir uçları Çukurova’da, yerde, sıtmada, sıcakta… Yüzlerinde bilinmeyen dağların, uzaklıkların garipliği. Göçmen kuşlar örneği tarlalara, su boylarına konarlardı. Onların gelmesiyle ovada dert başlar, kahır başlardı.” (s. 5) Sular pislenir, kirlenir, yağlanır, içeni ishal yapar, zehirler. Sinekler türer, oranın yerlisi bilir ki sinekler çoğaldı mı Çukurova’ya pamuk ırgatı gelmiştir. Şafakta başlarlar, pamuk otu dövdükleri kızgın ova kalaylanmış gibi parlar güneşte, hamile kadınları ve güçsüz erkekleri haşlar. “Ova sıcağının tadını alıp kurumuş ekin sapları, birer kavdan farksızdı zaten. Çakılacak bir kibrite bakardı.” (s. 7) Koyu yeşil pamuk tarlaları zamanı gelince çatlayacak toprağı gizler, yağmurlar gelesiye her şeyi toplarken firezler yakılır ki çatlaklardan nefes alsın doğa, tekrar doğursun. İnsan burada girer döngüye, mahvını gösterir: ırgatların kurdukları çadırlar kontrolsüz yakım sonucu alevlerin arasında kalır, koşturmaca başlar, kimi öteberisini, kimiyse kundaktaki çocuğunu kurtarmak için alevlere doğru atılır. Tepede kuşlar dönmeye başlamıştır, atmacalarla şahinler çığlık çığlığa devinirler ki ateşten kaçan sürüngenleri kapsınlar, yumurtalarına ağlasınlar. Eşber’le Mahse’ye odaklanırız, koşturan kalabalığın içinde Şiro’yu kurtarmak için aynı yöne koşan iki leke. Bir süre sonra çığlıklar kopmaya başlar, Eşber kıştan kalma kalın abasına sardığı oğlunu hayata döndürmek için ne yapacağını bilemez, sağa sola koşturur, Mahse’yse toz duman içinde yere çöküp ağıt yakar. “Bu ne biçim işti, bu ne biçim firez yakmaydı? Çukurova’nın yabancısı değillerdi ki. Her yıl gelirlerdi. On yıldır, yirmi yıldır gelirlerdi. İçlerinde gençliği, damatlığı, babalığı yollarda, ırgatlıkta geçenler vardı. Nice kazaya, belaya uğramışlar, nice fırtınalar geçmişti üstlerinden. Ama böylesi bir firez yangınını da ilk kez görüyorlardı.” (s. 9) İlk panikten sonra kalabalık toplanır, çadırları Boran Ağa’nın yaktırdığını söylerler çünkü yer kirası vermemek için çiftliğin dibine kurmamışlardır çadırları, yangın cezadır. Müthiş bir sahne: her kafadan bir ses çıkar, önce mahkemeye vermeyi düşünürler Ağa’yı, devletle uğraşmaktan çekinirler, cezayı doğrudan kesmeyi düşünüp başka tarlaya gitmek isterler ama nereye gitseler açıkta kalacakları için bundan da cayarlar, bezginlik ağır basınca Eşber’i teselli etmek için “belinin yaş olduğunu” söylerler, çocukları olur daha, birini yitirdiler diye dünyanın sonu gelmez. Boran Ağa da gelip ahlarla vahlarla alınca gönülleri, tamam, mesele kapanır. Konuşanların biri ikisi sahnede olmadıklarını unuturlar, tirat çekerler bir güzel, zayıflık. Ağa hemen gömüt ayarlar, çocuğun şehit dahi sayılabileceğini söyler, eh, açlığa karşı savaşırken ölenler başka ne olsun, hem ağa toprağında yatacak, elin kart toprağında değil. Her sene gelecekler zaten, çocuğun mezarının başında hasret giderirler. Dualarla gömülür çocuk, komşu ağacın köklerine dayanırsa daha çabuk can olacaktır. Nedir, bir sene nasıl geçti bilmezler, Eşber’le Mahse ertesi yıl geldiklerinde bir de bakarlar, ortada mezar falan kalmamış, her yer yeşil buğday denizi. Ekinlerin daha gür, daha boylu olduğu yerden bilirler mezarı, hepsi o kadar. Gerçekçilik tepede, tarım işçiliğinin dinamikleri toprağın, suyun, havanın yansımalarıyla belirgin, Şahin’in diğer kitaplarındaki öykülere göre çıta düşük. “Tomruk” aynı nağme, Nedim’in suyla boğuşmasını izliyoruz bu kez. “Gıravga çayına yaklaştığı zaman, güneş ortalamıştı göğü çoktan. Kızgın güneş insafsızca yakıyordu çıplak sırtını. Saçsız başı kızarmıştı. Omuzbaşları yer yer su toplamış, cılık yara içindeydi. İri at sinekleri dolanıyordu üstünde.” (s. 19) Sular çatallaşıyor, nehir hızlanıyor ileride, tomruklar hızlandıkça kontrolü zorlaşıyor, Nedim elindeki gönderiyle koca ağaç gövdelerine yön vermeye çalışıyor ama insanüstü bir çaba lazım ona, Nedim’se yorgun, bilekleri sargılı, balta artığı keskin yonga izleri avuçlarını yırtmış. Üç beş de değil, yirmi küsur tomruk yolda, Nedim göleklere çekiliyor, akıntıya iteliyor, yolu uzun. “Ortalık su püreni, nane yarpız kokuyordu. Heybesini kumluğa serdi, savanını üstüne çeker çekmez uyudu. Tek, nehrin gürültüsüyle hafif hafif kımıldanan tomruklar kaldı gecede.” (s. 21) Ertesi gün sise uyanıyor Nedim, Göksu’da dökme tomruk taşımayı kabul ettiğine henüz pişman değil, dev salı deliren suya dayanamayınca fikri değişecek. Heybe, savan, şapka, her şey suyun üzerinde yüzerken Nedim yok, o biraz daha ileride, ezilmiş, lapaya dönmüş gövdesinin halini bilmeden kurtulmaya çalışıyor. Ölmez, patronu Mahmut’a söyleyecek sözü var. O tekerlenmede tomruklardan birkaçı kaybolmuş, söz verdiğinden daha azıyla dönüyor Nedim, parasını istediğinde anlaştıklarından daha azını veren Mahmut’un paparasını yiyor. Mert adam sözünü tutar, bütün tomrukları getirirmiş, bir dahakine parasını tam almak istiyorsa işini düzgün yapmalıymış, hem ne malummuş kayıp tomruklardan birkaçını Nedim’in aşırmadığı? “Bana yalan söyledin Mahmut Bey, diye sertçe yanıt verdi. Evet, yalan söyledin, hem de iki gözümün içine baka baka… Kandırdın beni. Ben çiftçi bir adamım. Ne anlarım dökme tomruk taşımacılığından… Ama sen tuttun, kolay dedin, çok kolay… Ermenek’ten dökersin suya. Kendi başlarına aka aka gelirler. Dinine imanına öyle demedin mi? Ben de kandım. Ne yapayım? Borcum vardı vadesinde ödenecek. Mecburdum. Yoksa canımı ateşe atar mıydım?” (s. 27) Tirat yine, Şahin’in karakterlerinin sorunu. Mahmut terslenir iyice, Nedim’i kovar. İsyan ulan! Tak tak vurmaya başlar halatlara Nedim, yüzlerce tomruğu tutan halatları koparırken bir yandan Mahmut’a saydırır. Sömürünün yüzü bu, dayanışmayla güçlenen emeğin temsilinde başka bir olay var, “Obruk Bekçisi” bu yanıyla diğer öykülerden sıyrılıyor. Bekçi tipiye yakalanmış, bekçilik yaptığı obrukta kurtarılmayı beklemektedir ama yörüklüğünden pay biçerek orada bırakılacağını, kimsenin gelmeyeceğini düşünür. İç monolog, dışarıda anlatıcı, iyi. Akşam çökerken çıkmış, köye yürümeye başlamıştır ama fırtına bastırınca ilerlemeye cesaret edememiştir bekçi, tekrar obruğa girip beklemenin daha iyi bir fikir olduğunu düşünür. Sonra düşünmez, bata çıka yürürdü, zor da olsa varırdı da çok geç artık, bekleyecek. Hemen malumat, adamın orada ne işinin olduğu: “Her aşiretin, obanın ayrı bir yeri olurdu obrukta. Birbirlerine karışmamaları için birtakım özel işaretler koyarlardı peynir derilerinin üstüne; kartal kemiği, oğlak boynuzu, çatal ağaç…” (s. 30) Has peynirdir o, dondurucudaki peynir suyu ile birlikte donduğu için daha ağır çeker, tüccarın işine gelir ama obruktan çıkarılan kadar iyi değildir. Bekçiye güvenmişlerdir, kaç insanın rızkının başında bekler yaşlı adam, çobanlıktan bekçiliğe. Ölüm yaklaştığı sırada anılarına gömülür adam, sonra öfkelenir, peynirlerin derilerine bıçağını saplamaya, ağaların malını mahvetmeye çalışır, sıra İsmail’in derisine gelince durur çünkü yoksuldur İsmail, o peynire ihtiyacı vardır. O yoksulun hatırına de, tam bilincini kaybedecekken sesler duymaya başlar bekçi, sarkıtılan ipi görünce kurtulduğunu anlar. donmuş ellerini ağır ağır sallamaya başlar. Vurucu son.
Başka, Kürtlerin itilip kakılmaları, onlarca yılını cephelerde savaşarak geçiren gazinin Maraş Katliamı sırasında tek kelime edemeden çocuklarıyla birlikte öldürülmesi, memleketten acı manzaraları. İyi öyküler, Şahin’in zirvesine göre aşağılarda kalsa da iyi.
Cevap yaz