Necati Tosuner – Salgında Öyküler

“Uzun zamandır bakmamıştım, şimdi sen açınca okuyasım geldi kitabı.”

Bugün bir fotoğraf çektim, kareden benim bildiğim üç metin çıktı. Şöyle: balkona çıkan, pencereye çıkan ve sokağa çıkan bir yazar. Fotoğrafa bakıyorum, bulutlar eskiden yine buluttu ama o koca binaların çoğu yoktu, sonradan dikildi. Orada da kısılı kalan insanlar vardı da hikâyelerini merak etmedim, solumdaki apartmanın birkaç kat yukarısında yazılan öykülerden aldım alacağımı. Yanımdan birileri geçti o sıra, apartmana girdiler, “Komşunuz ülkenin en önemli yazarlarından biri, haberiniz var mı?” diye bağırmak istedim arkalarından da ilk kez geldiğim zaman birine evi sorup şaşkınlıkla karşılaştığımdan bağırmadım, çekindim. O insanlar sokağa çıkma yasaklarında filmlerini açtılar, şarkılarını dinlediler, uyudular, bakışlarını ekrandan kaçırmadılar, o sıra duvarın ötesinde bir kalem oynuyordu kâğıdın üzerinde, kâğıtlar oldu kâğıt, kalem kısaldı veya azaldı. Bilgisayar ne güne duruyordu, başka güne ve başka eyleme, yazarın çalışma masası ve pratiği analog. Bir algoritma türetmiş yazar, öykülerden birinde tatlı tatlı eleştirdiklerinden değil, onlar bazı sayıları her gün vermek üzerineydi ki yanlıştı, defnedilenlerin ölüm nedenleri başka bir yerden açığa çıkınca bir garip, yanlış algoritma kaldı elde. Yazı algoritması başka. Yalnızlıktan.

“Böyle. Kaldırmam gerekiyor kollarımı, kaldıramıyorum, diyorum ki gelin sorun, söyleyeyim.”

Öykülerde bir iki üç gönderme midir, ansı mıdır, hani acaba dedim, kapanma gecelerinde okuduklarınızdan mı, belleğinizde kalanlardan mı yoksa, bir yerden mi sızıp geldi bunlar? İthaf sağlıkçılara, hayatını kaybedenlere ve “kendi sağlıklarını hiçe sayanlara, tanımadığı bir başkası için üstelik”, Nâzım Hikmet’in dizelerinde de var çünkü, “hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken” diye devam eder. Ahmet Haşim’in kamış olma isteği de karşımıza çıkar bir yerde, o da mı öyle? Yok, hiçbir şey okumamış yazar, yazmış. O kapalılıktan bir şey okumadan nasıl çıkılır, o geçmeyen zaman başka türlü nasıl geçirilir diye düşündüm, için ki ben elime bir ekmek poşeti alıp boş sokaklarda dolanıp durdum günlerce, denizi bir göreyim diye ekmek aldım da polislere rastlayınca dolu poşeti gösterdim, eve gelince ekmeği ufalayıp güvercinlere verdim. Yazmakla elbet, bu öyküler başka türlü nasıl çıkacaktı, bir yandan öfkelenip iktidara çatarak:

Söyle bakalım, kim?..

Kurnazlıkta usta, bencillikte seçkin…

Aman, yavaş! Dert alma başına…

Yak dörtlüyü, çek freni!

Peki, yüzüne en çok televizyon kapatılan, kim?..” (s. 26)

Diğer yandan özlemleri dile getirerek. Şimdiyle:

Çelikçomak bilinmez olmuştu kentlerde ama evdeki saklambaç unutulduğu yerden işte çıktı yine ortaya.” (s. 11)

Çocukluğa dönerek. Fakat: Bunu ustamın dur dediği sayarım, sesini duydum da durdum, anlattıklarını alamam buraya. Azıcık alâkalı; geçende Abdullah’a seslettim de güldü ama yadırgadı da biraz sanırım, “Neden taklit ediyorsun ya?” diye sordu gülerken. Anlattığımın öykülerden giderek uzaklaştığını biliyorum da bir yere bağlanmasını umuyorum— “Çok seviyorum sözcüklerinin melodisini, gündelik konuşmamda da taklit etmeye başladığımı fark ettim. Eskiden ‘ama’ der geçerdim, şimdi ‘amaağAA’ çıkıyor ağzımdan.” Abdullah da öykülerle ilgili bir yazı yazacakmış, Kitap-lık‘tan çıkar kokusu. Çocukluğa dair bir iki şey, ciciannenin memikleriyle anneninkiler arasındaki fark bir evdeki iki annenin arasındaki fark kadar, babanın tercihi. Nine geçiyor öykülerden birinde, iki kuruyemiş paketinden birini kendi dolabına kaldırıp diğerine ilk çöken. Daha ne kadar derine gider ailenin çatlağı bilmem, bu kadarı yetti. Sadece şunu söyleyeceğim, ara çoğuyla bozukmuş, belki bayramlarda bir konuşma, hal hatır, o. Yani doğrudan öyküleri anlatmayı da istemiyorum çünkü yaşamla yazı öyle bir iç içe ki bu yaşantıları anlatmak öyküleri de anlatmak gibi geliyor bana da yazarın üslubunu, özü seriveren cümlelerini, has sözcüklerini yansıtmak için yapacak bir şey yok? Mesela ben bu öyküleri okuduğumda kitaplığın tozundan bahsedildiğini bildim çünkü geçiyor bir yerde, sonra hemen unuttum ve ziyarete gittiğimde kitaplığın tozundan bahsetti yazar, toz toprak da evin düzenindenmiş, bir iki şey sormak için kitabı açtığımda okuyup unuttuğum yeri gördüm ve cümleyi yazarın söyledikleriyle değiştirdim, hiçbir şey değişmedi. Anlıyor musunuz, kitabın dilinden konuşmak değil de dili kitaplaştırmak, yazar konuştuğu gibi konuşuyor kitapta da, yazmamış da sayfalara konuşmuş, okur o konuşmaları dinliyor. Nasıl anlatabileceğimi bilemiyorum, beş dakikalık muhabbet çok daha fazla şey anlatabilir. Mesela birkaç adımın atılıp atılmaması iki ayrı metne varabilir, balkona çıkmak artık yorucusuysa camdan bakmak salgın öykülerini, balkona çıkmaksa Kasırganın Gözü‘nü türetir. İlginçtir, ekonominin metinler üzerindeki etkisini, hatta materyalin türleri nasıl biçimlediğini biliriz de adımların bu kadar önemli olduğunu bilmeyiz, bilemezdik. Pek de bir şey, ne değişmiştir diye bakarsak dünyayı kasıp kavuran bir virüsün hapishaneye çevirdiği yaşam değişmiştir, yıllar zaten geçip gitmiş ve çevreyi azıcık kıpırdatmıştır da virüs dan diye düşmüştür ortalık yere. Kimse hazır değildir, bu yüzden maskelerini takmak istemeyen insanlar hastalığa yakalanınca hastanelere koşup yardım isterler, sorumluluk almadıkları gibi sağlıkçıların yaşamlarını da tehlikeye atarlar. Önlemini alanlar için çıldırmamak elde değil, yazar bu hainliği yazmasa neyi yazacak? Çocukluk bir yere kadar, çok daha büyük sorunlar var ortada, mesela ölü sayılarına da maske takıyorlar anlaşılan, kapıya bekçiler gelip ilaç getiriyorlar da yazar utanıyor biraz, bekçilerden iyi bir şey beklemediğinden. Sonra televizyonda maskeli maskeli konuşanlara sinirleniyor, o kadar beceriksizlikten sonra perdenin arkasında gülüyorlar mı acaba, maskeden gözükmüyor. Birileri maskelerini takıyor, birileri takmıyor, birileri emniyet kemerini de takıyor ve birileri hava basmak için takmıyor, başka bir şeyden, kısacası pek kimse ne yaşadığını farkında değil, düşünmüyor, oyun gibi geliyor dünya veya çoktan bezmiş, geçim derdinden görmüyor baştaki büyük belayı çünkü bu bela atlatılır da geçim belası atlatılamaz. Kadercilik. Birileri kader konsepti dahilinde şehit olur, sağlık şehitleri bu konsepte müthiş uyarak şehit payesine uygun görülürler hamdolsun, bir de görülmeseler büyük problem çıkardı zannediyorum, şehitler öte tarafta gösteri yaparlardı ve meleklerce coplanıp dağıtılırlardı. Başka bir şey, adamın teki bisküvi aldı diye dalgaya alınmıştı. Başka, birileri maske takılmasın diye bar bar bağırmıştı, birileri hastalıktan korunmak için sirke içilmesine dair car car konuşmuştu, insanlar kapalı olması gereken mekanların pencerelerinden atlayarak polisten kurtulmuşlardı, faizsiz bankacılık o zaman da yükselişteydi ve bazı faizler henüz düşmemişti ama yazar onu da sorardı, düştü de ne belaymış ki banka faizleri düşmedi.

Eski eş, yaşam boyu dost, sırdaş, üç dört öyküde gölgesini gördüğümüz hanım için derin, koyu, sonsuz bir sevgi. Biliyor musunuz olanları, bilenler için kavuşma ânı gözleri doldurabilir çünkü yazar başka kitaplarında anlatmıştır aralarındaki ilişkinin yoğunluğunu, nasıl başladığını ve nasıl bittiğini, burada pandemi zamanındaki değişimden bahsediliyor ki buna mahrum kalmanın hüznünü de kattığımızda kısa ama uzun süreli ayrılıktan sonra yüz yüze gelmelerinin güzelliğinden etkileneceğiz. Daha nelerden etkileniriz bilmiyorum, ben bu sesi bir kez daha duyduğum için inanılmaz mutlu oldum ve yazardan yeni metinler yazmaya devam etmesini rica/arz ettim. Loto oynadığını söyledi, ikinci kez kazanana kadar ölmeyecekmiş. Yazmaya devam etmesiyle ilgili dileğim, söylediğim de buralara bağlanır, metne ve yaşama: “Umarım kazanamazsınız.”

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!