Burada bir edebiyat olayı var ve kimsenin umurunda olmamış görüldüğü kadarıyla, çok güzel. Gürmen’in yaşamı hoş, St. Joseph’ten mezun olduktan sonra Paris’e giderek mühendislik eğitim alıyor ama almıyor, memleketi Urfa’ya dönüp on yıl yaşıyor orada. Bu okulu bitirememe bahsini çıtlatıyor öykülerden birinde, yazmaya sevdalandığı için dersleri umursamamış hiç. Öykülerin başında kısacık açıklamalar var, Gürmen kafelerde oturup geleni geçeni gözlüyor ve garsonlarla muhabbet ediyor, sabahtan akşama kadar bir kahve veya şarap içiyor, garsonu da kafaladığı için kaldırmıyorlar. Urfa’dan sonra Bodrum’a gidiyor Gürmen, ilk tatil köyünü kuruyor. Balıkçı’yla hukuku olmuş mudur acaba? Gerçi o sıralarda İzmir’e taşınmış olabilir Balıkçı, ıskalamışlar birbirlerini sanırım. Kırk sekiz yaşında ilk kitabı basılıyor Gürmen’in, basan yayınevi Gallimard! Sonra bir kitabı daha çıkıyor aynı yayınevinden, bu kitapları Türkçe yazıp Türkiye’de bastırıyor. İki dilde de yazabiliyor Gürmen, belli ki nitelikli de bir yazar, görünür olmadığı için kolaylıkla ıskalanmış. Ne iyi öyküler var bu kitapta oysa, üslup capcanlı ve renkli, hikâyeler ilginç, konular dikkat çekici, öyküde aranası her şey var. “Çingene Güzeli”yle başlıyoruz, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Ayasofya’nın girişinde bebeğini emziren bir çingene kızını görmüş Gürmen, ergenmiş, üslup bütünlüğünden ötürü öyküyü o yıllarda yazmadığını düşünürsek aşağı yukarı elli yıl sonra kurmacaya dönüştürüvermiş kızı. Önce Ayasofya’nın ahvali, ardından Çingenelerle ilgili genellemeler: “Uluorta sevişirler, çiftleşirler, doğururlar, konakladıkları yerde diledikleri kadar kalıp bir beldeden öbürüne göçerler. Sahipli sahipsiz demeden her yere girip çıkan, lazım olanı aşıran, fala bakıp milleti tavlayan bu acayip mahluklar partal giysileri içinde sincabi tenleriyle pek de kirloz görünür evli barklı insanların gözüne.” (s. 5) Fırtına müzenin bekçisiyle kız arasında kopacaktır, bekçi kıza biletsiz girdiğini söyler, kız adamı tersler ve bebeğini emzirmeye başlar, aklı giden bekçi cicikleri kapatmasını söyleyince kız Meryem Ana tasvirini göstererek onun da kendisi gibi yaptığını, üstelik ciciklerini görmek için para verildiğini söyler. Bekçi ne yapacağını bilemez, kızın ciciklerinin arasına bilet sıkıştırıp uzar. Bir olay daha, aynı kız parkta oturan çifte musallat olur, kadınla adamın falına baktıktan sonra çok mutlu olacaklarını söyler. İkisinin de gücü kuvveti yerindedir, kadın elini adamın tokmağının üzerine koysundur, hatta Çingene kızı adamın aletine dokunup kızın memelerini okşasındır, kadın da adamın koynuna girsindir artık, beklemeye hacet yoktur! Üçüncü hadise yine bekçiyle kız arasındadır, kız adamın çektiği çileyi görünce bacaklarını aralayıp adama bakar ama ezan okunmaya başlamıştır o sıra, adam çatışmadan sağ çıkar ve camiye koşar ama Çingene kervanının toparlandığını görünce gözünden akan yaşları silerek Meryem tasvirinin altına gider, Yoksulların Anası’ndan kendisini edep erkân bağından kurtarmasını ister. Kısacık bir öykü, müthiş yoğun, üç sahne de pervasızlık ve cesaretsizlikle ilginçleşmiş, şahane.
Gerçeküstülükle sık sık karşılaşırız, kurmaca gerçeğe sıkı sıkıya bağlıdır. Bu durumda hangi gerçeğin üstü oluyor bu? “Saint-Michel’in Develeri” öyküsünde anlatıcımız kafede oturmaktadır, aslında çoğu öyküde anlatıcımız gelene geçene bakabileceği bir yerde kısa süre de olsa mutlaka oturmaktadır, insanları didik didik eden bir anlatıcımız var, iyidir böylesi. İşte, oturuyor yani, develere bakıyor. Saint-Michel’in ejderhayla savaştığı meydanda develer eşiniyor, deli kadın anlatıcımıza tebelleş olarak develere dair malumat veriyor ama anlatıcının deliliğine mi kaynıyor belli değil. Sonradan ortaya çıkan “soytarı kılıklı bedevi” kesin deli ama, adının Hacı olduğunu söylüyor, anlatıcının kuzeniymiş. Değil aslında, Hacı soytarı kılıklı bir bedevi de olmayabilir, anlatıcının ırkçılığı bariz. Başka öykülerde de karşımıza çıkıyor bu ırkçılık, Gürmen’in anlatıcılarından bazılarının Fransız olduğunu düşünmenin neye yarayacağını bilmiyorum şu an, ırkçılık ırkçılıktır işte, karakterlerin bazılarında böyle kötü huylar var. Neyse, kadın da yanaşır ve anlatıcıdan kuzenine yer vermesini ister. İkisinin arasında doğan cinselliği hayretle karşılar anlatıcı, develerin varlığını karşılamadığı kadar hayretle karşılamak, çeşmenin önündeki üç devenin cennete yolculuğu, anlatıcının onca tuhaflığa iyi dayanması ama sonunda onun da kayışı hafiften koparması hoş. Böyle başka örnekler de var, “Stop!” çok matrak bir öykü. Yine bir kafe, oturan adam, insanlar gelip geçerken “Stop!” diye bağırıyor bizimki, şaşıran insanlar bir anlığına durup bakıyorlar, arabalar dursa gerçekten stop. “Cümle âlem durup bana bakıyor. Sarmaşık gibi birbirine dolanmış siyah beyaz bir heykeli andıran o ikisi dışında. Kaldırımın ortasında, dudak dudağa, kımıltısız damalı bir heykel gibi fütursuz! Sinirlenmez mi insan!” (s. 160) Kafenin sahibi Bayan Connard emrediyor, gidip durduracak onları. Durmuyorlar, duymuyorlar, yanlarından geçen arabalar durmaya başlıyor, kalabalık toplanıyor, çifti nasıl ayırmalı? Yolun ortasında duruyorlar üstelik, ezilseler ezilirler ama sevdalılara dokunmuyor kimse, bağırıp çağırıyorlar bir. Jaguar’ın sahibi mendebur gençle sevgilisinin aklına bir fikir geliyor sonra, kaportaya bağladıkları bir ipin diğer ucunu adamın ayağına bağlıyorlar, adam yürümeye başlayınca kaportayla adam aynı anda güm! Mesele sonradan ortaya çıkıyor biraz, öpüşen oğlan beyazken kız siyah, hadleri bildirilecek illa. Gümler duyulduktan sonra öpüşenler dahil herkes kahkaha atmaya başlar, sonra beyaz oğlan ipi boynuna dolar ve arabanın hareket etmesiyle birlikte canından olur. Anlatıcının, “Stop!” demesi fayda etmez, arabalara da bir formül bulması gerekir ve bu toplumsal cinnetin absürtlüğünü gösteren öyküler ne şahane öykülerdir, Mustafa Çevikdoğan’ın başarılı örnekleri geldi aklıma.
“Karıma Söyleyebilsem” kısacık bir acıdır, başka nasıl demeli? Öykünün hikâyesi demiştim, Gürmen sabah erkenden oturduğu kafede ilham verici bir olaya şahit olmayı bekliyor. Meydana göz atıyor durmadan, aradığı dibinde bitiveriyor oysa. Mösyö Maron gelir gelmez derdini açıyor: “Ah, şu karıma bir söyleyebilsem!” Neyi söyleyecek bilmiyoruz, öykü başka. Anlatıcı eşine sesleniyor, hayat hikâyesini kaleme alsa! Çıkacaklar belli: kuvvet şurubu, ballı punç. Çocukları olmalı, olmuyor, olacak. Adam aşktan söz eder, belki bir şey olur, aşktan ümit kesilmez ama kadın duygusallığın zaaf olduğuna inandırmıştır kendini, seksoloğa danışmaya giderler. Doktor piston gibi çalışan zencilerin hünerini anlatır, ertesi gün kadın bir antropologla yatar ama yine olmaz, anlatıcı bu kez sevgiden bahsetmeye başlar. Psikoloğa giderler bu kez, “diplomalı aygır” denen bir jinekoloğu salık alırlar, o da işe yaramaz. Soğuk kış gecelerinde sarhoş olup sızmamak için bir kaşık zeytinyağı içer kadın, çocuğun babasını belirlemek için belki bu tedbir. “Hangi akla hizmet diyaloğa zorladımdı seni! Alındındı hemencecik, boşanmak istedindi. Olur mu? Sensiz ne yapardım kalan ömrüm boyunca! Evet, sensiz yaşam ne anlama gelirdi? Ölmeyi düşündüm. Bu tecilli yıllarımı, olası bir intiharı önleyen, o münevver nekroloğa borçluyum.” (s. 155) Ayrılırlar, kadın ömrü boyunca bir şeyi aramayı sürdürür, bulamamıştır muhtemelen. Adam öyle düşünür, uykusuz gecelerinde eşinin dönmesini boşa bekler, alnına yazılmıştır yazı, okumakla yetinir.
“Sevgili Düztaban”dan da kısacık bahsedip bitireyim, kendisi gibi düztabanları işe alan patron bir gün en önemli adamının düztaban olmadığını keşfeder. Adamını kenara çekip yerin dibine sokmaya başladığında gerçeği öğrenir, adam patronuyla aynı sıkıntıları çekermiş gibi yapmasaymış işi alamazmış, kesinmiş bu, göçmenlere ne iş varmış ki düzgün? Ters köşe bir öykü, iyi.
Ne diyeyim, kenarda köşede kalmış bu kitap. Büyük bir yayınevinden çıksa ne güzel olurdu.
Cevap yaz