Bir gün yazarın biri içine sinmeyen bir metnini iyi bir dergiye gönderir ve kabus başlar. Eser kötü, posta kutusundan gelen donk sesi anlatıcının kilitli tuttuğu bütün korkularını açığa çıkarıyor. Patlama: “Görünüşte, iddialı bir dürüstlük gösterisi sunmayı başarsam da, içten içe, alçakça bir uzlaşmanın yarattığı çirkin kurtçuklarla dolu olduğunu görebiliyordum ve bu beni tatmin etmiyordu. Üstelik o tatlılaştırılmış, şımartılmış kadın tasviri… Öyle utanıyorum ki, haykırarak etrafta deli gibi koşturmak istiyorum. Çok beceriksizim. Bende yazar olacak vasıf yok. Cahil biriyim. Derin düşüncelerim yok, parlak bir sezgim de yok. On dokuzuncu yüzyılda Parisli edebiyat çevrelerinde, aptal yazarlara ‘hava durumu keşişi’ denip küçümsendikleri söylenir. O zavallı, aptal yazarlar, benim gibi, salonda zekice bir sohbet yapamazlar ve sadece bugünkü hava durumu hakkında konuşurlar.” (s. 7) Metin, havadan sudan konuşan yazarının kekelemesine dahi yol açacak kadar, yani daha ne kadar kötü olduğunu anlatmanın yolu çok ama editörden dayak yeme ihtimalinin varlığı son nokta. Özgüvensizlik canına okur anlatıcının, metin yeterince samimi değildir, matbaada dizgiciler bile ne kadar başarısız olduğundan yakınacaklardır. Kötüden daha kötüye bir seyir, insana dair anlattığı hiçbir şeyden memnun değil Kimura Takeo, oysa yürüyüşe çıktığı nehir kenarını, ağaçları, sessizliği anlattığı bir roman yazabilse istediği gibi bir yakınlığı kuracak, insanın doğayla kurduğu ilişkinin dolaysız yansıması duyulacak sözcüklerde, düş gibi bir şey. Nehir “insan yiyen” adıyla anılıyor, zamanında öğrencilerini kurtarmak isterken boğularak ölen bir öğretmenin anısı yaşıyor Takeo’da. Freudyen okumaya mı varsam, varayım, doğanın parçası olarak nehir yaşamı imliyor tabii, akış hızıyla birlikte ölümü de imliyor, kıyısında uzanıp hayallere dalmanın, yaşamı şöyle başından sonuna düşünmek için ideal. Aşırı yoruma kaçabileceğiz demektir, nehirle birlikte gerçekliğin zemininden yavaş yavaş uzaklaşacağız, hani Japonların kendilerine has jestlerinin, iletişim biçimlerinin aşinası olmayanlar için yarattığı tuhaflık bir yana, karakterlerin hızla ilerleyen ilginç diyalogları mantığı askıya alabilir azıcık. Tengoku to jigoku‘yu izlediğimde mesafeye çok şaşırmıştım ben, sözcükler diken üstünde gibi gelmişti, karakterlerin birbirlerine duydukları saygı birbirlerini anlamamalarına yol açacak kadar yoğundu da özenle kuruyorlardı cümlelerini sanki, yalnızlığa bir adım kala konuşmayı seçmiş insanların cinayeti çözmeye çalışmaları tuhaftı. Dazai bu kadar uzak tutmuyor karakterlerini, sebebini göreceğiz.
Ayaklarının dibinde birinin bağırdığını duyuyor Takeo, çırılçıplak bir çocuk sürükleniyor, haykırırken çok üşüdüğünü söyleyip gülümsüyor Takeo’ya. “Ne zaman öleceğini bildiği için” koştururken yılanlardan korkmuyor Takeo, sonra arkasından bir ses duyup duruyor, çocuk bembeyaz teniyle kıyıda uzanmış. Gerçekten aptal olduğunu söylüyor Takeo’ya, bembeyaz suratıyla -kıps- koşturup dururken üstüne basmış. Tokyo’nun şebeke suyuymuş o, kimsenin yüzmemesi gerekiyormuş, Takeo’nun süperegosu tıkır tıkır çalışıyor. Saygısızca konuşan çocuğu azarlıyor adamımız, öğrenciyse öğrenciliğini bilmesini söylüyor ama dikkat çeken bir yanı da var çocuğun, sohbet sarıyor. Roman yazdığını söylüyor Takeo, adının Saeki Goiçiro olduğunu öğreneceğimiz genç, lafı matematikçilerden açarak erken yaşta ölenlerinin adını anıyor, hani onlar kadar başarılı olma potansiyeli taşıdığını ima ediyor, kendine güveni tam da Takeo özgüvensiz olduğunu söyleyince dikleniyor bir, romancıysa öyle bir şey söyleme hakkı yokmuş, en az o matematikçiler kadar başarılı olması gerekiyormuş, Takeo kestirip atmaya niyetlenince cevabı: “‘Ne saçmalıyorsun? Çok aptalsın. Böyle şeylerle tatmin olduğunu mu sanıyorsun? İşte bu yüzden yetişkinlerden nefret ediyorum. Sana nezaketen öğretiyorum. Ama sen kıdemini ve bencilliğini dolaylı olarak doğruluğa dönüştürmeye çalışıyorsun.’” (s. 15) Çocuğun küstahlığını ve kabalığını cezalandırmaya karar vererek ikinci perdeyi açıyor Takeo, çatışmayı derinleştiriyor, Goiçiro’nun sadece havalı görünmeye çalıştığını, sadece kendini küçülttüğünü söyleyerek atağa kalkıyor. Aşağıdan almalar ve köpürmeler, bir müddet böyle bir seyir izliyor muhabbet. Araya edebî referanslar giriyor, ikisinin de bildiği, anlayabileceği türden: Byron yüzmeyi severmiş çünkü topallığını hissetmezmiş suda, sınıf farkını ortadan kaldırırmış zira herkes çıplak girermiş suya, Goiçiro sürüklenme hikâyesini anlatırken Takeo yine çıkışarak Byron olmadığını söylüyor çocuğun. Birbirlerinin ne veya kim olup olmadıkları üzerinden üstünlük kurmaca, yaşlı aptalların genç yetenekler üzerindeki etkileri, gençlerin yaşlıları umursamamaları, sanatçıların yenilik peşinde koşmaları veya sırf geleneğe bağlı kalmaları hatta saksıya fesleğen gibi oturturum anlamı da çıkar. Çocuğun şu dediğini alıntılayıp kıpsladıktan sonra üçüncü karakterin piyasaya çıktığı bölüme: “‘Ben susmak istesem bile susamıyorum. Gerçekten hissetmediğim şeyleri söylemek zorundayım sürekli, yoksa hayatta kalamam.’” (s. 24)
Çay içip konuşacaklar, Goiçiro’nun bir arkadaşı Kumamoto’yu alacaklar yanlarına. Öğrencinin evine gittiklerinde şaşıracak Takeo, çocuğun sesi kızlarınki kadar ince, utanç duyulası. Şefkat girmiştir hikâyeye, iki karakterin yırtıcı çekişmelerinden sonra Kumamoto dengeyi bulmak için çok yıpranacak ama başarılı olacak. Satomi’nin Sekiz Köpeği‘ni okuyor Kumamoto, iyi ama okuduğunu gizliyor, okumadığını masanın üzerinde bırakıyor, kimi etkilemeye çalışıyor? Goiçiro’nun suçlamasını görmezden geliyor Takeo, bu kez dengeleyici kendisi, masanın üzeriyle altı arasında pek bir fark olmadığını -kıps- söyleyip hassas Kumamoto’yu kolluyor. Roller değişecek bazen, Goiçiro’nun okulu bırakıp komşuların çocuklarına matematik öğretmesi korkunç bir yenilgi, oysa dişini sıkıp serseriliği bırakırsa istediği gibi bir hayatı yaşayabilir, diğer ikisi bu yönde destekliyorlar çocuğu. Takeo’nun kendine güveni geliyor yavaş yavaş, gençlerle oturup sohbet edebildiğini görmesi, yapıcı konuşmalar moralini düzeltiyor. “Odaya bir anda huzurlu bir hava yayıldı ve üçümüz de birbirimize bir yakınlık hissettik. Üçümüz birlikte dışarı çıkıp Şibuya’da biraz dolaşabiliriz diye düşündüm. Havanın kararmasına daha çok vardı. Kumamoto’dan bir bohça aldım, üzerimden çıkardığım kıyafetleri içine koydum ve Saeki’ye verdim.” (s. 42) Söylemeye gerek kaldı mı bilmem, Takeo kıyafetlerini içine koyacağı bohçayı kendinden alır, kendine verir, ister yaşamın evreleriyle bölümleyelim ister kişiliğin çoğulluğuyla, sanatçının farklı yönleri çatışıp barışır zira donk, kulaklarda yankılanır hâlâ. Çözülecek daha derin meseleler de vardır, bir önceki gün Goiçiro’nun nezaretten çıktığını öğrenen Takeo şok geçirirken bohçayla birlikte kaçmaya çalışan Goiçiro’yu yakalar, tartaklar biraz, o sıra Goiçiro bıçak çıkarıp geri basmasını söyler Takeo’ya. Matrak, en kırılgan yerine basmıştır Takeo, yüzleşmeye çalıştığı karanlık kişiliği savunma mekanizmasını devreye sokup bıçağı da sokmaya kalkar, Kumamoto yetişip bıçağın kendisinin olduğunu, Goiçiro’nun izinsiz aldığını söyleyerek yine derinlerdeki o ahlaki teli dınklatır, birinin eşyasını izinsiz almak ne utanılacak şeydir! Üçü de bırakırlar tartışmayı, oturup bir şeyler içeceklerdir nihayet, barışırlar. Takip etmesi de eğlenceli bu değişimleri, bir anda parlayıp sönen ruh durumları, aşırılığa varan hareketler, teskin etmek için alttan almalar, sanatçı zihni. Yetişkinlikle çocukluğa bağlanıyor mesele, sanatın esası bu ikinciyi unutmamak olduğuna göre Takeo’nun kaygısı hem onaylanmak hem çocukluğu sürdürebilmek, bu yüzden kendisi yetişkinlerle çocukların aynı olduğunu, sadece yetişkinlerin bedenlerinin biraz daha kirlendiğini söylüyor. Sonra bir uyanıyor, meğer nehir kenarında uyumuş, az ötesinde gülümseyen çocuğa şaşkınlıkla bakıyor kalkınca. Yine kötü bir romancı olduğunu düşünüyor ama o kadar acımasız değil artık kendine, ölümü gelesiye yazmaya devam edecek, biraz daha müşfik.
Bir yerde “Dazai” diyor kendine Takeo, Dazai çünkü. Metindeki göndermelere Dazai’nin başka hangi metinlerinde rastlandığını yazmışlar, o da incelenebilir. İyi bir novella, o diyarlardan sanatçı halleri.
Cevap yaz