“Anadolu’nun bir başka kokan toprağı, dilden dile gezip gönüllerde mihman edilen türlü gerçeği hâlâ göğsünde taşır. Ondan olsa gerek, gün ışığı değmemiş mekânlarda saklanan nice gaip yaşanmışlık, gün olup da bir ermişin dilinden dökülünce adeta o gaip gerçek dinleyenleri büyülüyor, bir başka zamanda tekrar gönüllerde saklanmak üzere yitip gidiyor.” (s. 71) Öykülerin özeti budur. Bilindiği gibi Anadolu dağlarıyla, tepeleriyle, bağ bahçesiyle gönüllerde taht kurmuş bir yerdir, deniz seviyesinden yükselir yükselmez suyun hikâyeleri unutulmuş, toprağınkiler başlamıştır da nehirler, ırmaklar düşünüldüğünde suyun hikâyeleri o kadar da unutulmamıştır zannediyorum, sonuçta suya varıp testiyi doldurmak, doldururken yavukluyu kesmek gibi eylemler türkülerimizde, söylencelerimizde yer almıştır. Yine de ağaç, çalı çırpı, çatuk gibi nesneler önem kazanmış, uçan kuşlar isyanların nesnesi haline gelmiş, dağlardan yol vermesi istenmiştir. Dağlar yol vermemiştir, allı turnalar bizim ele varmamıştır ve şeker, kaymak, bal söylememiştir, insanlar doğanın muhalefetinden yakınmaya başlayınca acılar dile gelmiştir, hikâye anlatıcıları sözlü kültürü yaşatarak yüzlerce yıllık hüzünleri yarına taşımışlardır, zaman zaman kutsal bellenmişlerdir. Merak ediyor insan, Doğu Roma zamanında bu topraklarla ilgili hiçbir şey yazılmamış mıdır acaba, azizler buralarda dolanmamış mıdır? Kıyaslamak hoş olurdu, mesela Hızır’dan önce Sebastian vardır da Sivas ellerinde sazı çalınır, hop oradan hop buraya gelerek birilerinin kederini dindirir, muhtaçlara yardım eder, insan sıfatına bürünüp gizi sözcüklere dökerek arifliğini gösterir, ne bileyim. Sadece Hızır’ı görüyoruz, Türk-İslam sentezinin müstesna karakteri sıklıkla karşımıza çıkıyor. Alıcı’nın ilk bölümdeki öykülerini modern ermişlerin anlattığını söyleyebiliriz, “Kış” dağlarla mevsimlerin uyuşmazlığıyla başlıyor. Tepelerde karlar varken hava sonbahar, çiçekler mevsimlerin cem olduğunu gösteriyor, anlatıcı “Dejavu,” diyor çünkü defalarca yaşanmış o tuhaflık. Anlatıcı oralara ait hissetmiyor kendini, dağlardaki karı özlüyor, akşam vakti kalabalık bir kahvenin önüne geldiğinde tanıdıkları görüp çöküyor sandalyeye. Bitlis ve Adıyaman tütünleri sarılıyor ama katığı da var bence, aynı kahvede sürekli oturan ve saran iki arkadaşa neci, nereli oldukları sorulduğunda biri, “oturolog” olduklarını söylüyor, soruyu soran Hüseyin tıbbın hangi alanında çalıştıklarını soruyor bu kez, sönük espri daha da sürüyor ve ikili “herbokolog” olduklarını söylüyorlar bu kez, “Meh,” deyip geçiyoruz. Son bölümlerde kışın geçmesi için yaşanması gerekenleri anlatan Hızır çıkıyor ortaya, anlatıcı hayal ve umut ölürse insanın yaşayamayacağını söylüyor ve bitiriyor öyküyü. Kuru bir öykü, Hızır da kurtaramıyor. “Hızır”da mistik atmosfer hemen kuruluyor, ateşin suya gizlenip gizlenemeyeceği soruluyor ki sesin sessizliğe sığınmasıyla benzetim kurulsun, kışın kapalı havası ve yolunda hane halkının bir başınalığı aşikâr olsun. Anlatıcı kış gecelerinin ardında ne olduğunu merak edince hemen bir anlatı beliriyor zihninde, altmış yıl öncesine dönerek Hızır inancının çerçevesini çiziyor. Öyle her eve uğramazmış Hızır, çeşit çeşit forma girerek su, kar, buz olarak görünürmüş belki, her yerde ve hiçbir yerdeymiş, belki bir yerdeymiş ve görenleri başka yerde olmadığı için dua edermiş. Bebek Dağları’nın ardında yaşayan Veli, Zeynep ve oğullarının hikâyesi üçüncü ve ana hikâye olarak yapıya eklemleniyor hemen. Ambarda tahıl az, un dolu leğene tülbent atan Zeynep niyaz diliyor ve sabah baktığında mucizeyle karşılaşıyor, Hızır uğrayıp bire onu bire yüz yapmış. Evde bir bayram havası, sonra çocuk parmaklarını kendisinin batırdığını söyleyerek Hızır’a yer bırakmıyor ama çocuk suretindedir belki Hızır, kim bilir? Ben kendisini çok severim, şapşallıklarımdan zarar görmememi sağladığını düşünürüm bazı. Mesela geçen para çektim, kartı aldım ama parayı almayı unuttum, arkamdan, “Bilader, paranı almacen mi?” diyen adam Hızır’dır. “O Che rozetini çıkar istersen, biri görürse dayak yersin,” diyen takım elbiseli abi Hızır değildir ama Ocak’ın müstesna akıllılarından biridir herhalde, yumruğu çakmadığına göre. “Yarım Hızır” ve “Çeyrek Hızır” şeklinde porsiyonların var olduğunu düşünüyorum, herkes bir parça Hızır taşıyor içinde bir yerde. Evet.
“İkimiz de Çocuktuk” geçmişin âlemine dönüşlü bir öykü, yine anılardan yola çıkılarak başka anılara varılıyor, sonra bir telefon konuşması, iki yetişkin de söylencelerin etkisiyle çocuk. Anlatıcı soğuk geceleri ve yolları anarken bir düş sarıyor gözünü, çocukken babasıyla yaptığı bir yolculuğu hatırlıyor. Kuzeye gidiyorlar, yolda bir tilki gördükleri zaman babası bir veli edasıyla konuşuyor, “Tilki murattır evlat, yeşillik ottur, can câvidandır, hayat mayattır,” falan diyor, gerçekten de şehirde işleri yolunda gidiyor sonra. Ne oluyor, çocukken bildiği bir derviş geliyor aklına anlatıcının, hemen arkadaşını arıyor ve hikâyeyi anlattırıyor. Pullu Dede nam bir baba eren ilahi işler yaparmış, öldüğü zaman kırk köyden insan gelmiş de cenazesini kaldırmış. Köylere dağılan kalabalığı gören Avşarlar şaşkına dönüp sormuşlar da Pullu Dede’nin dünya değiştirdiği cevabını almışlar. Yine bir şaşkınlık, Avşarlar’ın dediğine göre az önce yanlarından geçmiş Pullu Dede, seçilebilen nal izleri onun atına aitmiş. Böyle. Ben seviyorum bu Anadolu söylencelerini de eski usul anlatıldığı zaman sevmiyorum sanırım, kurguya hiç yaslanmayan bir anlatım biçimi varsa, hikâyenin ötesi yoksa yavan geliyor açıkçası. Neyse, sık sık malumat veren anlatıcının söylediğidir: “Yıllar tükenirken diyarlar da başkalaştı. Bir tek zihne kazınan yaşanmışlıklar maziyi anlamlandırmaya yetti. Oysa her şey değişmişti. Değişecekti de. Değiştikçe bizler de unutacaktık geçmişi. Ve bir daha bulunamayacağı kesin gibiydi. Aslolan, bunca dönüşüme rağmen kaybolmayıp varlıkta karar kılanlardı. İşte onlar atomu parçalayanların diyarında yaşayıp kendini bulan, o benlikle nice karanlığı aydınlığa çeviren ender insanlardı.” (s. 26) “Alageyiklerin Gittiğidir” bir başka ermişlik hikâyesi, Hatice’nin. Üvey torunlarıyla birlikte yaşayan Hatice yüz yaşını aşmıştır, Kaygusuz Abdal’a dair hikâyeler anlatarak çocukların düş dünyalarını zenginleştirir. Efsunludur biraz da, mekanına alageyikleri tecessüm ettirir ve ova köylülerinin iştahını kabartır. Dağ köylüleri aşağıdan gelenleri engelleyemezler, bereketin kaçmasına mani olamazlar, yavrusu vurulan bir geyiğin geri dönüp acı acı inlemesi köylülerin hatıralarında yara olarak kalır. Sürgünlükle ilgili bir öykü var ama bahsetmeye değmeyecek.
“Zamansız” adlı bölümde üç uzunca hikâye var, tam halk hikâyesi üçü de. Bir iki karakter ortak, Gılgamış esintileri bariz. “Belkıya’nın Seyyahlığı”nı biraz anlatıp bitireceğim, Şahbaz adlı ozan curasını alarak tırlink tırlink çalar, mır mır anlatmaya başlar. Bir kitap varmış, evvelle ebet bu kitaptaymış, kadim gerçeği ve Hakikati taşırmış, okuyan lal olurmuş, gören kör! Borges el sallıyor bir yerlerden. Sonra bu kitabı askerler bulup hükümdara götürüyorlar, sonra kitabın dilinden anlayan bir bilgin dalgayı saklıyor. Kitabın methini duyan Oşehşah hemen damlıyor, kitabı ele geçiriyor. Oğlu Belkıya’ya nasihati kitabın olduğu odanın kapısını açmaması. Belkıya açıyor tabii, kitapta henüz surete bürünmemiş bir peygamberin geleceği yazılı. Belkıya deliriyor biraz, diyar diyar gezmeye başlıyor, birilerine rastlayıp yeni maceralara atılıyor, Şahmeran’ı kandırarak zavallı mahluku insanların oyuncağı haline getiriyor, böyle gidiyor mevzu. Uzar, kısalır, biçime pek kafa yorulmadığı için aynı biçimle sonsuza kadar anlatılabilir.
Özellikle aranıp okunacak öyküler değil ama denk gelen, merak eden alıp okusun tabii, hoşgörünün ve ilmin kadim topraklarında yaşananları görsün. Ardından Makal’ın bir metnini okusun ve tokat yesin, gerçeği görsün.
Cevap yaz