Yazmıştır Orhan Duru öykü, devirmiştir cümleyi tümceyi, yaratmıştır bir Roman havası ve içinden uzaylı geçen hikâyeler, parlak gemili. Denemelerindeki dili öykülerinde de görmek tamam, devrile devrile bir hal olan cümlelerin altında kalıyoruz bazen, o yoruyor. Dan diye kafaya düşercesine biten öyküler yoruyor, böğre saplanan siyaset soslu öyküler yoruyor, bunların dışında oyunları yine oyun, gücü yine hayalden, ziyade olmalı. Duru’nun denemelerini daha bir severim, öyküleri ardından gelir, yine de kuraklıktan çıt çıt çatlayan şu canım edebiyatı bir silkeler, canlandırır. Canlandırırken şişirir azıcık, “İkonoklast” kitaptaki kısa öyküler kadar kısa olsa, esas oğlanımız kıtipiyoz karakterlerle laf dalaşına girmese, sıkıntısını dağa taşa yaymasa tam olacaktı. Ortaya karışık öykü: önce kozmik olaylarla, fezadan acuna, uzaydan kozmosa ne varsa bir dalıyoruz, Andromeda galaksisinin devinimi, pulsarların ve quasarların gökyüzünde halaya durmaları, bilinmezliği oluşturan ne varsa her şey gökyüzüne yığılıyor ki anlatıcı sıkıntılı düşlerden uyanıp kendini sinek ısırıklarıyla kaplı halde bulunca iyice bir dertlensin, boşluğa düştüğünü hissetsin. Sonuçta bir öyküde uzaylı varsa uzayın mı, sıkıntının mı daha sonsuz olacağı hep bir tartışma konusudur, büyük sonsuzlarla küçük sonsuzlar arasındaki çatışkı dikkati başka yöne çeker. Yazarın kuşa baktırması. Adamımızın yanında Gül yatıyor, güzel bir kadın, şimdi öykünün sonunu bilince Gül’ü sineklerin sokmamasından bir şey çıkar mı diye bakıyorum, ey, sinek insanları sokar zaten, o zaman bunca yabancılaşmaya lüzum var mı diye düşünüyorum. O uzaklık verilecek, hikâyeyle alakalı olmasa da bulunsun. Ressamla ressamın eserlerini pazarlayan sevgilisi kıtipiyozlar, adamımızın sinirlerini bozuyorlar çünkü para kazanmaya gelmişler oraya besbelli, zenginleri toplayıp doğanın havasını kaçıracaklar, üstelik ressam Avrupa ve Amerika’da tutunamamış da dönmüş memlekete, biraz para kazanma derdinde, adamımıza eleştiri konusu. “Eski yoktu. Tarih yoktu. Anlamsızdı bütün bunlar ve bir boşluğa düşmüştü ya da boşluk içindeydi. Bellek yitimi mi yoksa? Herhalde belleğini yitirmek diye buna diyorlardı. Adını biliyordu. Murat. Murat İlkin. Niye adı ve soyadı vardı? Kimliğinde de yazıyordu bunlar. Doğum yeri, tarihi, anası ve babası, inançları, evli olup olmadığı, askerlik işlemleri.” (s. 13) İçinden uzaylı geçen başka bir öyküde bu mevzu birebir tekrarlanacak, hata. Murat’mış adamın adı, onu bildik, Murat bu ikisinin etkinliğine gitmeden önce kapısının altından atılan davetiyeye göz gezdiriyor şöyle, dağın başına bir mekân, Bay ve Bayan Zizik çağırıyorlar, maksat belirsiz. Önce sergi, zenginlerin piyasası. Barmen önceki gece UFO gördüğünü söylüyor, iki ışık o tepelerin ardında bir yere gidip kaybolmuş. Murat muhabbetten sıkılıyor, Gül’le diğer ikisini davete gitmeleri için ikna ediyor, yallah oraya. A a, o evde bir şeyler ters, insanlar öyle davranmazlar falan, meğer fezaya gidip gelmeli durumlar varmış. Murat’ın kimliğini sorgulaması filan ondan. Eh diyoruz, “Binbir Gecenin Son Gecesi”ne geçiyoruz. Şehrazat bıkmış, balkondan gemilere, eski dünyanın taşıtlarına ve insanlarına bakıyor. Ne anlatacak artık, bir şey bulmaya eriniyor, ne olursa olacak o gece. Padişah kadınları, giderek insanları sevmeye başlamış neyse ki, son masalla birlikte kimseyi öldürmeyeceğini ve Şehrazat’la süper bir yaşam sürdürmek istediğini söylüyor. Şehrazat rahatlıyor, nöbetçileri çağırıp Padişah’ın kellesini uçurtuyor? Sonra tahta kurulup erkeklerin uçacak kellelerini hayal ediyor? Padişah biliyormuş bir de masalların uydurma olduğunu, bravo. Eh diyoruz, “Cinematograf”a geçiyoruz. Metin Bey şehrin yel değirmenleriyle savaşan son sinemacısı, evren ona video kaset âlemine atlamasını söylüyor ama oralı değil Murat, ne eşini ne kızını ne de sokaktakileri dinliyor. Giderek azalan seyircilere diyecek sözü yok, video hem daha pratik hem daha ucuz da sinema da bir kültürdür yani. Mesela ben yılların korsancısıyım, bazı filmleri sinemada izlerim çünkü internete düşenler kaliteli olmuyor başlarda. Sinemada film izlemek başka canım, latife ediyorum. İşte, Murat da porno filmlere açmış kapısını bir ara, o da ayrı rezillik. Ne yapacak, laf sokan esnaf arkadaşlarından da bıkınca uluslararası bir sinema festivali düzenlemeye kalkıyor, parasız haliyle hayvan gibi para harcayıp hâlâ film izlemeye gelen eski film yıldızı kadını da mesut ediyor, paparazzileri de mesut ediyor, ailesi zaten mutlu. Geçim sıkıntısından, ölen bir sanattan Hollywood ortamlarına geçivermek Duru’nun hasoluğundandır, o öyle geçiverir gerçekten über gerçeğe, vıjt diye değişiverir dünya da normal gelir o geçiş. Buna eh diyemiyorum, iyi öykü. “A be” nidasının eksik kaldığı şu cümle hariç: “Kolaydı söylemek bunları İlyas için, çünkü satıyordu sinema yanında açtığı küçük dükkânda sandviç, tost, meyve suyu ve limonata. Kazanıyordu ayrıca yüklü para.” (s. 37)
“Öööö…” bilimsel gelişmelerle mizahın bodoslamadan dongurdadığı iyice bir öykü, bilim insanının aşırı üfürükten açıklamalarını görmezden gelirsek. Anlatıcımız çok mühim bir görevle ülkeden ülkeye gitmekte, şöyle güzel bir dolanmaktadır. Dille ilgili bir sorunu var mı bilmem, son gittiği ülkede “ö” harfli çok sayıda sözcük yer aldığı için insanlarla kolay kolay anlaşamaz, üstelik aynı sesin uzunlu kısalı pek çok hali olduğundan işler iyice karışır, ortaya matrak durumlar çıkar. Aklıma İsveç’teki Ölmevalla geldi, “valla”, akıl yürütüyorum, “village”ın karşılığı olsa İsveççede “ölme” ne demek acaba? Anlatıcı aradığı profesörü nihayet bulur, son deneylerin bulgularının kamuoyuyla paylaşılmasını sağlamak için geldiğini söyler de kamudan bıka bıka kulağına domates sokacak noktaya gelmiştir profesör, bilginin kırıntısını verir anca. Ha, uzaydan gelme ve kimlik muhabbeti bu öyküde, Duru uzaya ve uzaylılara kafa yorduğu bir dönemde yazmış olsa gerek bu iki öyküyü. Profesörün bulduğu şu: göktaşı düşmüştür, üzerinde kromozomlardaki genleri oluşturan belli başlı maddeler(?) vardır. Bunu o güne dek keşfeden başka bir bilim insanı olmadı mı, o göktaşının özelliği ne, böyle bir bilgi nasıl gizli tutulabiliyor, sorular da sorular. Sonuçta dil tartışması çevirirler aralarında, profesör hışımla uzaklaşır, adamımız profesörü hacamat etmeyi düşünüyor en son. Dank diye düştü kafaya, bağlanmamış final okurlar için son derece tehlikelidir, sondan başa doğru çürütür öyküyü, bir de baş ağrısına yol açar, tamam. “Gerisin Geri İleri” aslında The Man in the High Castle‘dan mülhem olabilir, bir ihtimal olmayabilir ama bence mülhemdir. Nedir, anlatıcı siyasal İslamcıların ülkeyi yavaş yavaş şeriat ortamına dönüştürdüğü sırada sıkı Müslüman olarak eylemlerde bulunmaktadır, örneğin Atatürkçülerin yaka paça yakalanmalarını destekleyip işyerindeki arkadaşını darlar, kaç zaman sonra ülkeye dönen halifeyi karşılar, kadınların tamamen kapanması yönünde görüşlerini belirtir. Dank bir son daha: “Bu kadarla kalmadık. Aynı gün Meclis’in aldığı bir kararla yeni bir devrim yasası daha yürürlüğe girdi uygun bir zamanlamayla, Latin alfabesini yasakladık. Arap harflerine döndük…” (s. 56) Böyle bitecekse evliyaların, şeyhin şıyhın mucizeler estirmesiyle de bitebilir. Her türlü biter yani, gerçekten bittiğini düşündürecek şekilde bitmeyince bir öyküyü her şekilde bitirip havada bırakabiliriz, kolay. Kalan iki öyküden birinde İstanbul’daki eski yapıları yıkan bir ekibin şiire bulaşıp kendini de enkaz altında bırakması ve şişeye tıkıştırdığı fırtınaları entelektüel tatava yüzünden serbest bırakıp okumuşları, tüccarları sele veren eski usulden bir kaptanın isyanı var, eh diyebiliriz. Yani Duru’nun standartlarını düşününce diğer öykülerine pek yaklaşamayan bir toplam. Yine de Duru.
Cevap yaz