Luis Sepúlveda – Duygusal Bir Katilin Günlüğü

En son The Killer‘da Fassbender’ı izledik işte, kiralık katillerle ilgili bilgimiz çoktur. Kiralık katilsek ve kiralanmışsak, yani vazife başındaysak silahımızı ortalık yerde bırakmamalıyız, altın kural. Ses dinleme özelliğimizi iyicene geliştirmeliyiz, gençken CS türü oyunlar oynamak işe yarar. Hedefi iyice izlemeli, bütün alışkanlıklarını, gündelik rutinini öğrenmeliyiz ki sürprizlerle karşılaşmayalım. Ha karşılaştık diyelim, hemen B planını devreye sokabilmeliyiz. Bu durumda B planı yapacak bir kafaya sahip olmamız da gerekmektedir, gençken Risk falan oynadıysak kafamız az çok gelişmiştir. Her an hareket halinde olmamız gerekebilir, dolayısıyla filmlerdeki gibi canavarca çalışmak şart değil ama esneklik, elastikiyet gibi özellikleri kazanabilmek için hafif idmanlar yapmalı, kültür-fizik hareketlerini unutmamalıyız. Ben mesela çat diye 2 dakikalık plank eyliyorum, yarın kiralık katil olarak işe başlayabilirim ama kafam basmaz, bir yerden açık veririm mutlaka, yakalarlar. Başka, patronumuzun kim olduğunu o kadar da merak etmemeliyiz çünkü ne gerek var, işi tamamlayıp parayı aldık mı tamam. Hedefle duygusal bağlar geliştirmemek de çok önemli, eğer tanıdığımız birini indirmemiz istenmişse etik ve ahlaki kaygılar gereği işi geri çevirebiliriz, ertesi gün beynimizde bir delik açılacak olsa da prensiplerimizden vazgeçmemeliyiz. Ben böyle düşünüyorum, bu işi çok meşakkatli buluyorum, kimse kimseyi öldürmemeli zaten. Sepúlveda’nın kahraman anlatıcısı bütün bu anlattıklarımın farkında çünkü iyi bir kiralık katil, kontratları göz önüne alarak çalışıyor, niş tercihleri var, işinde başarılı yani. Âşık olmasa dikkatini toplayıp faka basmaz, DEA’i uyandırmaz, işinden olmazdı ama, ne yaparsınız, aşkın şamarını ne zaman yiyeceğiniz belli olmaz. Adamımız kırklı yaşlarında, dikkat çekmeyen, alelade bir adam, kiralık katillerde olması gereken en önemli özellik aleladelik. Son işi üst düzey bir STK çalışanını öldürmek, gerçi sorgulamıyor değil de bunlar genelde vicdan rahatlatan burjuvalar olur genelde, o yüzden sorun yok. Var. “Bir profesyonel yalnız yaşar. Dünya ona bedenini rahatlatması için sayısız fahişe sunar. Her ne pahasına olursa olsun, daima bu kadın düşmanı kuralı uygulamıştım. Daima. Onu tanıyana kadar.” (s. 13) Fransa’da tanışıyorlar, bir kafede, anlatıcı öylece otururken yirmilerindeki kız da gelip böylece oturuyor, gidip sevişiyorlar, adam işinden hiç bahsetmiyor yoksa örgüt mekânı basıp hayatları mahvedebiliyor, Ölümlü Dünya‘dan biliyoruz. Hikâyenin tırt kısmı gerçi bu, birlikte geçirdikleri kısıtlı sürelerde pek mutlu oluyorlar da sürekli seyahat etmesi gereken adam ortada olmayınca kız âşık oluyor bir başkasına, bunu bir mektupla bildiriyor. Katil boynuzlandığı için öfkeleniyor ama işine duygularını karıştırmadığı için aklından hemen çıkarıyor mevzuyu. O kadar da tırt değilmiş, bu karıştırmamanın göstermediği beyin cortlaması yüzünden katilin hata yaptığını düşünürsek cuk oturuyor ki o işe kadar hatasız çalıştığını suratına doğrultulan namluyu görünce düşünüveriyor. Kurtulacak, merak etmeyin. Merak edilecek pek bir şey yok, Sepúlveda klişeleri matrak kılarak ilerletiyor kurguyu, çok ciddi bir oyun bu. Randevular, habercilerin bıraktığı mesajlar, STK Adam’ın güzergâhı, planlar derken ilerliyor katil, seyahatlere çıkıyor, otel odalarındaki içkileri lüplüyor, kadınlarla sevişiyor, işinin doğasını düşünüyor, işinin doğaüstü yanlarını düşünüyor, anılarına dalıyor bazen. Seksenli yıllarda Teksas’ta birini öldürecek, okul otobüsüyle gidip gelen bu hayırsever hedefi nasıl indireceğini bilemiyor da 4 Temmuz’da mı ne, o çocukların arasına karışıp hengâmede sıkıveriyor kafaya. Dağılan türden mermi ve susturucu yüzünden silahı zarar görüyormuş ama olsun, iş iştir, yedi haneli çekler yedi haneyi bir yıl geçindirir. Kiralık katilliğin şanında bunları paylaşmak yoktur aslında, hepsi meslek sırrıdır ama günlüğüne yazıyor Sepúlveda. Günlüğüne de yazmıyor aslında, klasik bir anlatı bu, Sepúlveda öyle isimlendirmiş metni. Pekiyi. İstanbul’dan geçiyor yolu katilin, Kapalıçarşı, nargile, kahve, oryante ortam. Memeden bahis açsam en fazla dayak yerim herhalde, katile neden öldürüleceğini söylüyorlar bilmiyorum, memeden bahsedeni öldürmez bizim necip milletimiz. Terörist Kürtlerden bayağı bir dem vuruyorlar ama, hepsini asıp kesmek lazımmış çünkü teröristler bombalıyorlarmış sağı solu, en son Kapalıçarşı’da bir yeri bombalamışlar da bilmem ne. Frankfurt’a gidiyor bizimki, oradaki Türk taksici de bir güzel analayıp bacılıyor Kürtleri. Hiçbir Türk ve hiçbir Türk hiçbir zaman yan yana gelmiyor bu öyküde, biri diğerini bombalarken diğeri birinin kafasına sıkmak istiyor, buna indirgenmiş ilişki. Neyse, STK Adam meğer maşukun gizemli sevgilisiymiş ve uyuşturucu ticareti meşhurmuş, DEA bu adamı kullanarak operasyonlarını yürütüyormuş, karman çorman bir sürü iş. Sonuçta çıkarıyor bizimki silahını, ikisine de dan dan. Kim bu ikisi? Aslında belli. Finalde başkaları da olabilir, söylemiyorum çünkü Everest tekrar basmaya başladı Sepúlveda’yı, okuyan olacaktır. Olmalıdır. Neden olmasın.

İkinci öyküde Dany Contreras’ın bir sigorta şirketi dedektifi(?) olarak gizemli bir ölümün önündeki sır perdesini şöyle iyice bir asılmak suretiyle indirme teşebbüsünü seyredeceğiz. Becerecek ama entropi de yardımcı olacak kendisine, zaten entropi olmadan çözülen şeylerden takır tukur sesler gelir, makine gibi işler çünkü olay örgüsü, entropi iyidir polisiyede. Bu bir polisiye, katilin kim olduğunu öğrendiğimiz ve öğrenmeden önce bazı şeyleri merak edip bazı şeylerden korktuğumuz hikâyeler bence polisiyedir. Hiç de sevmem, Sepúlveda’nın anlatımına tutukluğumdan okudum, çok iyi bir anlatıcı Sepúlveda. İşte, über zengin bir adam ölür de cinayete mi kurban gitmiştir, doğal yoldan mı ölmüştür, anlamak için Contreras gönderilir hemen. Şili’den kaçan eski bir polistir, sürgündür Contreras, kendi ülkesindeki katakullileri pek iyi bildiğinden İtalya’nın orta şeker gizemlerini çözmekte üzerine yoktur. Öldürülen adamın kızına göre ortada bir cinayet vardır, karikatür albümlerinden fırlamış iki İtalyan dedektife göre yoktur, cinayet varsa zengin adamın vasiyetine göre mirasından 1 milyon papel tey Paraguay’ın bilmem neresinde yaşayan garip isimli birine ödenecektir, cinayet yoksa ödenmeyecek ve papeller sigorta şirketince corklatılacaktır. Haliyle ortada bir çekişme var, herkes işini iyi yapmaya çalışıyor bu kez, yamuk yok da bilinmeyen parametre çok, yavaş yavaş giriyorlar hikâyeye. Bu zengin adam tey Paraguay’dan timsah derisi getirtip satıyormuş vergisiz falan, oraya gittiği bir sefer timsahları kutsal bellemiş bir kabilenin büyücüsüyle karşılaşmış da büyücü lanet üfürüvermiş, şirketin tepe adamları bir bir ölmeye başlamış, zengin adam öldükten sonra ortağı da öldürülmemek için panik yapıyor. Sepúlveda karakterlerini renkten renge soktuğu için sırf tepkilerini görmek için bile okuyoruz açıkçası, hani düğümlerin çözülmesi pek önemli olmasa da dedektifinden kodamanına herkes bir değişik, öyle olunca da komik. Bir detay daha verip bitireceğim, o kabileden gelen iki yerliden biri onca haltı yerken diğeri inançları gereği aç ve susuz bırakıyor kendini, hastaneye yatırılıyor, Sepúlveda bu yerlinin alımlama yetisini o kadar müthiş göstermiş ki hayranlık duyulası. Malum, adamlar ormandan geliyor ve dünya tamamen inançlarıyla bezeli, bembeyaz bir hastanede ağzına boru sokulmuş halde uyanınca ona göre yorumlayacak tabii olup biteni. “Ashkeanumeré, ‘sudan gelen’, gözlerini açtı ve ölümün sisiyle kuşatıldığını gördü. Her şey beyazdı, en kısır ve hüzünlü renk ve her ne kadar üzerinde yattığı paspas yumuşak, ayrıca beyaz olsa da, memleketinin tatlı sıcağından uzakta, ölümün bedenini mesken tuttuğunu hissetti. Onun yanında iki adam vardı, Jeashmaré, ‘sudan nefret edenler’ kabilesinden, hayatının büyük bir bölümünü onlardan uzak geçirmeyi başardığı iki adam. Biri şişmandı ve küçük bir sopa yiyordu; öbürü zayıftı, gözlerini şeffaf reçineden bir maskeyle örtüyor ve suratında gri bir yosun bitiyordu. Yaralı bir sürüngene nasıl bakılırsa, ona da öyle bir kuşkuyla bakıyorlardı. ‘Sudan gelen’ bir elini yüzüne götürerek, Jeashmaréler, zalim büyücüler, dedi kendi kendine. Önceleri ağzının olduğu yerden uzun bir boru çıkmaya başlamıştı. Belki de kendisini bir karıncayiyene dönüştürmüşlerdi.” (s. 107) Eh, “yeşil yosun” ameliyat maskesi işte, gerisini de çıkarıverin. Okuyun yani bu kitabı, iyidir.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!