Köşe yazılarını da almış Akbal ama onun yazıları bir türe sığmaz zaten, denemeden hoop anıya çeviriverir, belli olmaz sağı solu. Lafı çevirip esasa gelmesi zaman alır, doldurmacayı es geçmek ister deli gönül, geçer. Uykuyla ilgili bir mevzu var diyelim, başlangıç şu: “Kimimiz uyuruz, kimimiz uyuyamayız. Neden uyuyamayız? Aklımızda bir şey mi vardır? Üst komşu gürültü mü yapmaktadır? Bir insan neden uyuyamaz? Oysa en güzel şeydir uyku. Uyuyamayan insana insan demem, uykusuz derim. İnsanlıktan çıkmıştır artık o, başına gelecek vardır. Ertesi gün işini düzgün yapamaz, otobüste uyuklayıp evinin durağını kaçırır. Bir uyusa, o zaman dünyası bağ bahçe olacaktır. Süper şeydir uyku, uyuyana ne mutlu!” Gider böyle, sabrettiysek ödülümüzü alırız çünkü Akbal’ın anıları tadından yenmez, 1940’lardan itibaren edebiyat ortamlarının has şahıslarından biri olmuştur, onsuz masa azdır. Uyku konusu Peyami Safa’yla Sait Faik’e bağlanıyor mesela, bir gün yine oturuyorlar, Safa uykunun ne kadar aşağılık, berbat, insanlık dışı bir şey olduğunu uzun uzun anlatıyor. Millet dinliyor, uyuyakalan mutlaka vardır, kalkacakları zaman Sait Faik soruyor: “Şimdi buradan çıkınca gidip horul horul uyuyacaksın değil mi?” Evet. Pek de sağlam bir anı değilmiş gerçi, Sait Faik’in sarhoş olup cam çerçeve indirdiği, aynı gece üç kez karakola götürülüp kendini sevdirdiği komiserin elinden kurtulduğu olmuştur, Akbal anlatıyor bunları da bu kitapta böyle anılara yer vermemiş pek. Necatigil’in mektuplarından bahsediyor, o iyi. Kendisinin de mektuplarına yer verdiği için arkadaşına gönül borcu değil sırf, dönemin manzarası. Yıllar sonra Necatigil’in son ziyaretçilerinden biri olacak Akbal, hastanede yatan dostuna veda ettikten sonra ağlayarak çıkacak binadan. Garip, sanki o nesille birlikte anıcılık bitmiş de herkes ne yaşadıysa yanında götürmüş gibi, yakın zamanda hayatını kaybeden yazarlardan kaçının hatıratı var merak ettim. Lise yıllarında tanışıyor bu insanların çoğu, yirmilerinde tanışsınlar haydi, en başta didişme olur, çekişme olur, dergi çıkarmaca olur, pek çok şey yaşandıktan sonra yaşlanma safhası, yaş kaçlara gelince geçmişi yazmak istemiyorlar sanıyorum. Özyalçıner’i dinledim iki üç hafta önce, lisede gittiği bir edebiyat matinesini anlattı, dip düş. Bilmem nereden Ferit Edgü’yle Demir Özlü gelmişler, şu okuldan Özcan Ergüder’le Onat Kutlar, Orhan Duru falan, nasıl ortamlar yani. Mahfillik durumlar çok azaldı, kabul, yine de kurmacada izini sürmek değil de tarihi doğrudan görebilmek. Erhan Bener’le Vüs’at O. Bener’in diyalogları olmasa kardeşlerin ortak yaşantılarını kurmacalarına nasıl yedirdiklerini nereden bileyim, arka arkaya okumadıktan sonra yakalaması zor ki beş dakika öncesini hatırlamıyorum, bu hiç mümkün değil. Neyse, siyasi meseleleri ve Akbal’ın sevdiği metinleri geri plana atıp anılara bakayım, hazine orada. “Melih Cevdet Anday’ın oğlu İdris küçükken gökyüzündeki aya, yıldızlara baktıktan sonra sormuş ‘Bu dünya, bu evren bir şaka mı baba?’ Anday ne yanıt vermiş, bilmem. Bana bu olayı anlatınca şöyle demiştim, ‘Şakaysa, buna eşek şakası derler.’” (s. 14) Ören tayfasından galiba Anday, yazları Edremit Körfezi iyice şenlenirmiş de orada toplanırmış yazarların bir kısmı, ortam her yerde şahane. Birsel’e gelelim, günlüklerini okura ilk sunanın Birsel olduğunu söylüyor Akbal, tartışmadan bahsetmiyor. O sıralar Ataç’ın “günce”si de yayımlanıyormuş, Birsel’e göre Ataç “biraz şey” olduğundan hemen çıkışmış, Birsel neden “günce”yi kullanmıyormuş? Tutkulu, garip bir adam Ataç, normaldir davranışı. Akbal da muhtemelen dostundan görüp günlük tutmaya başlamış, bir kısmını da yayımlamış ama 1969’dan 1983’e dek yazdıklarının önemli bir kısmı yokmuş, yırtıp atmış çünkü, o dönemki bunaltılardan ötürü unutmak istemiş olanları. Günlüklerinden, anılarından roman devşirdiği de olmuş: Düş Ekmeği. Kafanın “koşarlığıyla” ilgili mi günlük tutmak veya deneme yazmak, eh, Birsel o eski hızını yitirmeye başladığını hissedince o yana pek bakmamaya başladığını söylemiş, demek ki elin hızı kafanın hızını geçince sıkıntı. Farklı tempolara göre farklı türlerin eşelenip eşelenmediği, Aziz Nesin’in şiirlerini beğenmez mesela Akbal, sertçe eleştirir, Aziz Nesin’in cevabı üzerinden bir daha eleştirir. Attilâ İlhan’ın eleştirisine karşı takındığı tavra bakınca eleştiri kaldırabiliyor Akbal, ne ki doğru bulduğundan, eleştirisinden vazgeçmiyor. Selim İleri’nin şiir kitabını tanıtırken Aziz Nesin’le Recep Bilginer’in kitaplarını anmasında inceden bir iğneleme var, hani her şeyin düzyazıyla aktarılamayacağından bahsederek derine batırmıyor da anıştırıyor olmamışları, İleri’yi uyardığını anlayabiliriz buradan. “Şiir tadıyla dolu bir öykücükler kitabı” İleri’ninki, doğrudan şiir denmese kaldırır.
Soruşturmalardan, süründürmelerden açıyorum, Halid Ziya’nın anılarından bir parça: Genç Halid Ziya’yı o dönemin zaptiye nazırı çağırmış, II. Abdülhamid dönemi, acemiliğinden saat ve lokasyon bilgisi istemiş Halid Ziya, zaptiyeyse hemen gitmeleri gerektiğini söylemiş. Yolda soğuk terler dökmüş Halid Ziya, arkadaşları baskı altında, İzmir tayfasından Avrupa’ya kaçan iki arkadaşı var üstüne, eyvah. Mevzu Sanskrit Edebiyat Tarihi‘ndeki yazılar, genç yazarı iyi bir korkutmuşlar, bakmışlar ki korkudan tir tir titremesine rağmen kendini iyi savunuyor, zaptiye nazırı gülerek odaya girmiş ve muvafık yazarla “o şekilde” tanıştıkları için onur duyduklarını söylemiş, salıvermiş Halid Ziya’yı. “Abdülhamit döneminde bile şimdikinden daha anlayışlı sorgu kurulları varmış! Hiç değilse suçlanan bir yazarın sorgusunu hemen yapmışlar, gerçeği birkaç saatte aydınlığa çıkarmışlar… Günümüzde, bir insanın suçsuzluğunu kanıtlaması için kimi zaman aylar, hatta yıllar geçiyor.” (s. 34) Mehmet Başaran var asıl, Yasaklı‘da anlatıyormuş, Almanya’dan burs çıkınca fırsatı kaçırmamak istemiş Başaran ama Köy Enstitüsü mezunu olduğu için fişlenmiş, çıkarmamışlar ülkeden. Yeşil pasaport almış sonra, kızının İsveç’teki ameliyatına gitmek istemiş, yine bırakmamışlar. Zamanında kim vurduysa damgayı, kadrolar gelip gitmiş ama bir türlü çıkmamış belgelerden o damga, devlet kademelerindekiler el atmışlar ama para etmemiş. Maaşlarını kırdırıp döviz almış bir de adam, çıkarılmaması için hiçbir sebep yok ortada, tam zulüm. Ören tayfasını buldum bu arada: Hüsamettin Bozok, Asım Bezirci, Recep Bilginer, Salâh Birsel, Muzaffer Uyguner. Gelenleri gidenleri çoktur tabii, tatilin dışında Çiçekçi’nin masalarını şereflendirenleri saymak çok zaman alır, Akbal’ın nostaljiye dalıp caddede şöyle bir yürüdüğünü hayal ettiğinde gördükleri yeter. Sait Faik bir sinemaya dalar, Attilâ İlhan her zamanki masasında gençlerle birliktedir, birileri bilmem nerededir, Beyoğlu sanatla kaynamaktadır o yıllarda. Şimdi de oluyor böyle şeyler de o zamanlar hemen herkesin birbiriyle muhabbeti var. Kaya Tanış’a rastladım ben iki defa, ilkinde telefonla konuşuyordum, bakışıp geçtik, ikincisinde Kıraathane’deki fuardan dönüyordum, o da metrodan çıkıyordu, göz göze gelince gülümseyip selamlaştık. Tanıdığı halde tanımadığını ima edeni var, kendine rakip belleyip saçma sapan çıkışanı var, yazar çizer tayfanın geneli tenekeden de nadirattan çıkıyor güzel insanlar. Süper olay. Şu da var, otuz yıl sonraya metro kalır da Onurhan’la oturduğumuz yerlerin kaçı kalır bilmem, bundan seksen yıl önceki yerlerin elli yıldaki değişimi Akbal’ı dehşete düşürürken biz aylar sonra unutmuş oluyoruz mekanları. Kötü bir şey, olağan bir şey, ikisini uyuşturmak zor. Sonuçta Akbal’ın anılarından fırlayan insanların o hallerini seversiniz, bir yanda kurmacaları varken bir yanda kendileri. Kıyaslı.
Cevap yaz