Birkaç cümleden ibaret paragraflar, birkaç sözcükten ibaret paragraflar, akış hızlı, ânın çeperi dar, kadın anlatıcı neşeli, “Büyülü Cadde” dediği İstiklal Caddesi hareketli. Eylem var, özgürlüğü haykırıyor insanlar, sonra Arapça sesler bastırdı barışı çağıranları, “gündelik tanıdık muhabbetler sanki eksildi biraz başkalaştı”. Sevgili uzakta, yalnız yılbaşı, yalnız doğum günü. “Delirmemek imkânsız. Delirmeye âşık, kıvamında bir hatun kişi; er meydanına çıktı da tökezledi.” (s. 13) Öykü bu. Anlatıcı okura sesleniyor, evet, ilgimizi çektiğini söylüyor olan bitenin, o günü ve yarını selamlıyor, hayatın az da orospu olmadığını söylüyor ama seviyormuş, ayaklarının kavalyesi kaldırımlarmış, bir de edebî atak geçirdi mi tamam: “Kristalize kırılganlıkta ama inadına ciğergâh, yazılmamış bir senfoni gibi tarihin nemli küflü sayfalarında pembemsi solgun güzelliğiyle yer alan hatun kişi olarak…” (s. 16) Eyvah ya, daha ilk öykü üstelik. “Aynalar Sarayı” nam ikinci öyküde biraz toparlıyor ama Açıkalın’ın öykülerinde kronik arıza şu ki her öykünün başında bir atak var, atlatan yırtıyor ama her öyküde zorlaşıyor tahammül. Fatmir var bu öyküde, emekli öğretmen, evinin üç odasındaki üç aynanın hikâyesini yansımasından çıkaracak. Önce ortalığı topluyor, sirkeli suyla siliyor ortalığı, sabahın köründe kalktığı için dinç ama huzursuzluk var içinde. Eh, anlatıcı da durur mu, yapıştırmış zurnanın zırtını: “Sabaha karşılar insanı nasıl da etkiler. Yalnızları en çok hüzünlendiren saatlerdir sabaha varmaya gönlü olmayan saatler. Genellikle bu hain zaman dilimi yatakta dönüp durup debelenerek geçirilir ama O…” (s. 20) Fatmir dinç, zaten anlatıcı da söylüyor kadının fişek gibi olduğunu, o zaman neye atladı anlatıya bilinmez. Sesini duyuruyor arada, gevezelik ediyor, katlanalım. İyi bir öğretmenmiş Fatmir, çocuklara kitaplar alırmış, bir şeyler, Kürtçe Lazca konuşmalara falan izin verdiği için şikayet edilmiş de emekli olarak yırtmış, şimdi ablasıyla yaşıyor. Kırgın abla, eşinden yana yüzü gülmemiş, tek çocuğu bir yerlerde doktor. Üç aynada üç farklı hikâye, çocukluğuna giden Fatmir babasının rezilliğini aktarıyor, nasıl öldürüldüğünü, sonra toprak işleri geliyor da imece usulünün izahına gerek var mı, işgüzar anlatıcı. Sıkıcı anlatıcı: “Ayna işte! Ayna! Sadece basit bir ayna! Alt tarafı ışığı yansıtan, varlıkların görüntüsünü veren cilalı, sırlı cam. Sırlı cam. Sırlı. Sır. Aklın erişemediği, açıklanamayan veya çözülemeyen şeydi aynadaki… Sırlı. Gizli.” (s. 29) Sokağa bakıyorum, tavana bakıyorum, sıkıntım biraz dağılınca devam ediyorum okumaya. Yetiştirme yurdunda geçirdiği yılları hatırlıyor Fatmir, sonra öğretmen çıkmasını, öğrencilerini ve tatilden yurda her dönüşünde bacaklarını açıp kızlığını kontrol ettirmesini. Bir burasıdır öykünün zirve noktası, bir de babanın vurulma ânı, dip noktası da finalidir herhalde, şahane bir klişeyle muazzam bir twist, virajı alamayıp aşağı uçmalık.
Biçim değişmiyor öykülerde, dil de pek değişmiyor, tam atölye işi aslında. “Jenerikte Uyurduk” cinselliği tükenmiş bir ilişkiyi ayakta tutmaya çalışan kadının kostüm kiralayarak erotik hallere girmesinin, eşiyle fik fik eylemesinin öyküsüdür. Yine bıcır bıcır bir dil, anlatıcı bu kez kadının kendisi olduğu için her türlü çıkıntıyı ondan bilebiliriz, belli ki ne olursa olsun anlatmayı çok seviyor, kullandığı sözcüklerle ilgili fikirlerini paylaşıyor filan, yemek tarifi vermesini de bekledim ama sonuç hüsran. Bakalım sorunları ne: sevişmeleri sorunlu. Evet. Seks olmadan ilişki yarım, kadına göre “sevişmek bir sorun, sevişmek sorun zaten, sorunlu sevişmek”. Sevişmemenin sorun olmadığını düşünürlerse sorun yok, meseleleri mesele etmezlerse meseleler mesele değildir falan, daha ne kadar uzatacak diye düşünürken akıl ve istek üzerinden bir ikilik üfürülüyor hemen, insanın bu ikiliğin arasını bulmaya tamahkâr olması, üstüne mahlûk olması, bir de “vesselam” geçiyor arada derede, aman yarabbi ya. Kostüm asılı, hemen kullanmıyor kadın, kullanınca çok mutlu oluyorlar. Kadının kıyafeti seks için kiralamadığını dükkândakilere anlatma çabası var, kafamı masaya dank diye indirmem kadar gerekli. Nihayet sevişiyorlar, insan bekliyor sevişmelerini çünkü, o kadar laftan sonra bir sevişmeleri lazım. “Kocaman kucakladım kocamı kocaman kocaman kocaman…” (s. 50) Son cümle. Kafamı kaldırıp camdan baktım, galiba Suadiye’den falan geçiyordum, koca koca binalarda kimlerin yaşadığını düşünüp Meksika restoranını hatırladım. İlk açıldığında tam geçtiğim yerlerin hizasında küçük bir dükkândaydı, sonra yeni yerleri hayvan gibiydi. On yıl oldu gideli, bir daha gideceğimi sanmadım, diğer öyküye geçtim. Anlatıcıya göre güzellik var ortada, anlatıcı ve sevgilisi çok güzeller, herkesin gözünde güzeller, kendi gözlerinde güzeller herhalde, güzellik akıyor. Sonra bir gün sevgilisinin cüzdanındaki fotoğrafları kazara buluyor kadın, o güne kadar sade kendi fotoğrafının olduğunu biliyor cüzdanda ama o da nesi, iki kadın daha var. Kaynar sular hemen, eyvahlar, arkadaşlarından akıl alıyor. Ayrılmasını söyleyeni, hesap sormasını isteyeni, her kafadan bir ses. Kadın birkaç gün kıvrandıktan sonra soruyor, biri adamın eski sevgilisiymiş, diğeri de iyi bir arkadaşıymış. Hiçbir şey gizlemiyor adam, çat diye cevap veriyor. Kadın dikleniyor, fotoğraflarla ne yapacağını adamın bildiğini söylüyor, kendisi reddediyor kader tayin etmeyi. Zaman geçiyor, sorduğunda öğreniyor ki adam fotoğrafları çıkarmış cüzdandan. Neden orada olduğunu söylememiş ama, kadın da sormamış. Sormadığı için dert etmiş ama sormamış işte, öğrenmeye gerek yokmuş. Valla her şeyin basitliği bir yana, o kadar yüksek sesle ve tekrar tekrar aynı şeyleri söyleyerek konuşuyor ki kadın, o gürültüden anlamıyoruz tam olarak ne yaşadığını, adamın ne yaşadığını, öyküde ne yaşandığını, öyle bir fırtına halinde gelip geçiyor her şey. Marmaray’ın delisi var bir tane, aslında akıllı birine benziyor ama olur olmaz zamanlarda ıstırap oluyor, “Bak ne güzel kitap okuyorsun, kitap okuyan insanları ben çok severim, akıllıdır kitap okuyan insan,” diye başlıyor konuşmaya, susmak bilmiyor. Geçen yine geldi, bıkkınlıkla bakmama rağmen tiradına devam etti, sustu da cevap bekledi ama hiçbir şey söylemedim, gitti. Bazı şeyler çok yoruyor insanı. Mesela: “Zihnim sıyrıla süzüle bir pastaya dökülen krema poşeti gibi. Tüm krema pastanın üzerinde, nefis bir pasta; bense sıkılmış krema poşeti.” (s. 73) Likit poşet. Jandarmayı arayasım geliyor.
Ayrılan çift öyküsü var, içindeki şirret kadını dışarı çıkarıp çıkarmamayı düşünen kadın öyküsü var, Ayvalık’ta gelene geçene bakıp yan masaları dinleyen biraz sapık kadının öyküsü var ki bundan bahsetmeliyim, yani sosyal medyayı, mecraları yeni keşfeden insanların interneti anlama çabalarını olduğu gibi öyküye almak, kitabın 2020’de basıldığını düşününce, bilemiyorum. Bizim kahvede Hilmi Dayı’yla arkadaşları var, aynı bu muhabbetleri yapıyorlardı ama 2008’de falan, üstelik bir öyküye girebileceklerini düşünecek kadar uçmuyorlardı. En iyisini sona bıraktım, “Solmaz’ın Yumrusu”. Solmaz var, rock yıldızıymış, Allah o eski manitasını kahretsinmiş, anlaşıldığına göre erkekleri komple kahretsinmiş. Solmaz eşsiz Boğaz manzarasının orta yerinde süzülen gemiyi görüyor, aslında eşli bir manzara da olabilir ama bu eşsizlik kaç zamandır moda, makul. Kraliçelere layık yatağında yatıyor Solmaz, sonra tıkırtılara kalkıyor, hırsız varsa korkutmak için aşkına sesleniyor, korkudan aklını yitirecek gibi olunca ağlamaya başlıyor. O kadar yalnız, ne musibettir tanrım. Yalnızken iyi ama, kimsenin aşını suyunu falan düşünmüyormuş, rock’çı diye kıçını yayıp oturmuyormuş, bir daha da yapmayacakmış öyle şeyler. “Neyse ya bana ne, bi daha yaparsam silksinler valla. Ne acayip di mi, güzelsin, ünlüsün, zenginsin diye mutlusun sanıyorlar. Neyse mutluyum şimdi.” (s. 132) Yüzüm buruşuyor. Köy yerinde torunu torbası varmış akranlarının, onun ailesi bile yokmuş, orospu bile olamamış. Yüzüm iyice buruşuyor. Sahnenin tozunu attırıyormuş, çok iyi görünürmüş, seyirciyle birlikte coşarmış. Hemen verileceklerin arasına koyuyorum kitabı hemen, rahatlıyorum.
Cevap yaz