Elke Heidenreich – Kadınlar Kolonisi

Çevirmen İlker İngiz’in yorumu öykülerin “fazla Alman” olduğu yönünde. Tektipleşmenin kültürel, sosyolojik yansımasından mıdır bilmem, öyle pek de uzakta kalmış insanların hikâyeleri değil artık bunlar, karakterler aşina olduğumuz dertlerden mustarip. Kitabın zamanında çok ses getirip ortadan kaybolmasının sebebi nedir, herhalde yayınevi faktörü, kadın yazınının arkalara itilmesi, belki çevirmenin edebi çeviri dünyasından uzaklaşıp çabasının ardını getirmemesi. On numara öyküler yoksa, Heidenreich’ın kurgu dünyası zengin, oyunsuz güzel. Gerçi oyunlu biraz, öykülerdeki anlatıcılar yaşam sürecinin başından sonuna hemen her aralığından seçilmiş. Sıralama kronolojik, çocukluktan yaşlılığa bir seyir. Deneyimle donanmış anlatıcıyla çocuk anlatıcı arasındaki farkları görebiliyoruz mesela, anlatıcıların ses tonu, kullandıkları cümlelerin uzunluğu, dikkat ettikleri ayrıntılar öyküden öyküye değişiyor, evrim geçiriyor. Hoş.

En başta sevgi sendromunu harekete geçiren kimyasal bileşik verilmiş, epigrafta. Sevgisizlik öykülerin esas meselesi ama uç durumlara yol açacak ölçüde bir yoksunluktan bahsetmek, eh, gündelik yaşamın zorlukları sevgiyi nasıl perdeliyor veya görünmez kılıyorsa o kadar. Nelyubov‘daki gibi bir dram yok açıkçası, ilk öykünün anlatıcısı sağdan soldan sevgi kırıntıları bulabiliyor. Öykünün trajik sonu kısıtlı sevgiyle yaşayamayanların teşhiri, çocuklukta hayal kırıklığının etkisini de düşününce erken bilinçlenmiş insanların çığlığı duyarsız yetişkinlerin umursamazlığıyla birleşiyor, acı final. Karakterler on dört yaşında, çocukluklarına attıkları bakışlardan yıllar içinde hiçbir şeyin değişmediğini anlıyoruz. “Sevgi”. Anlatıcı ilk erkek arkadaşı Hansi’ye âşık olmasına yol açan hikâyeyi aktarıyor: Hansi okul gezisiyle gittiği katedralin tepesine çıkmıyor, çıkan arkadaşlarından birinin aşağıya inişini görüyor, arızaya aşina Sonja çocuğa hemen tutuluyor. Önünde açılan yeni dünya düşen çocuğun yerine annesini gösteriyor, annesi uçsaymış aşağı, iyiymiş. Büyüyünce öksüz olmayı istemek Sonja’nın en karakteristik özelliği, öykünün ilerleyen bölümlerinde anneden başka türlü kurtulmak için yeni hikâyelere ihtiyaç duyduğundan diye düşünüyorum, karşısına çıkan hemen her çocuğu öpüyor, hatta bakkalı çakkalı da öpüyor, Hansi’den sonraki sevgilisi o kadar güzel kokuyormuş ki yıllar sonra sırf aynı kokuyu saçıyor diye bir adamla birlikte olmuş. Bağdaştırma biçimleri de ilginç kılıyor Sonja’yı, evde hemen hiç durmayan babasının etkilediği bir anlam alanı yok ama annesinin baskıcılığı hemen tüm olumsuzluklarla bir, Sonja obsesifleşerek tüm olumsuzlukları anneye çıkarıyor, amacı çok para kazanıp evden ayrılmak ve gerçek sevgiyi tanımak. Eve aldığı çocuklardan medet umuyor, komşunun ispiyonculuğu yüzünden o kapı kapanıyor. Duralım burada, anneyle babanın şiddetli kavgalarından sonra babanın gidişini izleyelim. Babası Sonja’ya bir süre sonra görüşeceklerini, o zamana kadar kendisini annesine ezdirmemesi gerektiğini söyleyerek gidiyor. Ancak sekiz yıl sonra, bir morgda görüşecekler. Ağlayan genç kadın, babasının yüzüğünü Sonja’ya veriyor, hatıra. Aradan dereden bilgi kırıntıları düşüyor önümüze, Sonja’nın o yüzüğü bir otel odası için bırakmak zorunda kalması hayatının ilerleyen dönemlerinde de sevgiyi bulamadığını imliyor, geriye dönüp bakınca travma çağına döndüğü için sesi, anlatımı çocuklaşıyor, mümkün.

“Sevgi” müphem bir geçmiş/şimdi kurgusu, anlatıcının yıllar sonra geriye dönüp baktığına dair belli belirsiz bir iki kırıntıdan başka ibre yok, “Köpek Vurulacak” anlatıcının konumunu yine belirsizliğe sabitlerken geçmişi bir anda apaçık göstereceğini bildiren anlatıcısıyla ilk öyküyle ayrışıyor. “Annemle babamın evliliğinin iyi olup olmadığını bilmiyorum. Çocukken böyle şeyleri düşünmüyor, başka evlilikleri bilmiyorsunuz, böyle işte ve böyle olması gerekiyor, ebeveynler böyledir -yetişkin, sıkıcı, sürekli meşgul ve huzursuz sanıyorsunuz. Hiç birbirlerine sarıldıklarını ya da öpüştüklerini görmedim, yalnızca bir kere kol kola yürüdüler, işte anlatmak istediğim hikâye de bu.” (s. 26) Üç kız kardeşten ilki makbul evlat olarak yeterince şımartılmışken diğerlerine özenilmediğini anlıyoruz, şehirden biraz uzak bir yerde yaşamalarının getirdiği yalnızlıkla bütünlenen bir gençliği ele alıyor anlatıcı. Okulda sorun çıkarmaya meyillidir, evde rahat durmaz, babasıyla arası iyi olsa da -genellikle babalarıyla araları iyidir anlatıcıların, sorun anneler çerçeveye girince ortaya çıkar- aradığını bir türlü bulamamanın sıkıntısı bütün mutluluğu alıp götürür. Anneyle baba arasındaki çekişmelerin sebebini kendinden bilen anlatıcıya göre annesinin şiddetli bir kavgadan sonra evden ayrılması büyük bir felaket değildir, ta ki babanın giderek çöktüğü görülene kadar. Kızlardan biri anneye, biri babaya, anlatıcı da yatılı okula verildi mi sorun çözülecek gibi gözükmektedir, babanın gözyaşları elinden gelen her şeyi yapıp yine de ailesinin dağılmasını engelleyememiş bir adamın çaresizliğidir. Çok sevdikleri köpeği vurmak dağılışın tescili olacaktır ama o an gelmez neyse ki, anne geri döner, eşiyle birlikte uzun bir yürüyüşe çıkarlar. Kol kola yürümeye nice kavgadan, üzüntüden sonra vardık, köpek ölmedi, anlatıcı annesinin dönmesine sevindi çünkü köpek yaşıyor hâlâ, ödenebilecek bir bedel.

“Aptalcık” bir köpeğin pati pati aydınlattığı mahallenin hikâyesidir, mahluk yürüdükçe diğer mahluklar ortaya çıkar, onların hikâyelerine gömülürüz, binaların tarihçeleri ortaya çıkar, kasabalarda neler oluyorsa bu hikâyede de aynı şeyler olur açıkçası, bu öykü iyidir de beni yürüyüşe çıkaran başka bir öykü oldu, kitabı kapayıp sahilde dolandım az. Okuduğum en güzel öykülerden biri, dünyaya ilan etmek istedim o an: “Erika”. Çok paraya karşın az mutluluk, Erika bu. Aslında anlatıcının adı Erika değil ama Erika’nın ortaya çıkma biçiminden ötürü ikisinin bir olduğunu düşünmek hoşuma gidiyor, adı Erika artık. Tüm yıl boyunca deli gibi çalışmış, Noel zamanı evinde yere yatıp tavana bakıyor Erika. Bir süre önce boşanmış, annesinin yakınmalarından bıkmış, yapacak hiçbir şeyi yok. Franz’dan telefon gelince plan beliriyor hemen, yıllar önce birlikte yaşadığı Franz’ın yanına, İtalya’ya. Iskalama hikâyesi: ayrılmışlar, evlenmişler ve boşanmışlar, tekrar bir araya gelmemeleri için hiçbir sebep yok görünürde. Erika’nın zar zor çıktığı yolculukta yaşadıkları bir şey, Franz’la yaşadıklarını anımsaması başka bir şey, iki anlatı çizgisi iç içe geçiyor, paralel ilerliyor, karışık. Ayrıntılı da: Franz’a hardal almak için markete giren Erika’nın karşısına sayısız hardal türü çıkar, tercih sürecinde entelektüel, umutsuz, yaşlı Franz’ın hangi hardalı beğeneceğini düşünen Erika birlikte yaşadıkları zamanın başka bir kısmını gözden geçirir. Damdan düşen kedilerine dair tek bir söz bile etmemeleri sonun başlangıcıdır, sonraları ironik, ciddiyetsiz, kinik konuşmalar ilişkiyi iyice mahvetmiştir, onca yıldan sonra geri dönüp Franz’ı görmek istemesinin ardında Erika’nın bir şey yapma arzusu vardır. Yanlış, kötü, lüzumsuz da olsa bir şey yapmak, harekete geçmek, yaşadığını tekrar hissetmek. Oysa, domuz yahu, bir küçük domuzcuk. Tatlı bir şey, vitrinden bakıyor öyle. Erika oyuncağı görür, trene binmeden önce kendisi için bir şey yapar nihayet. Sonrası çok hüzünlü, çok sürprizli, küçük sevinçlerle örülü bir serüven adeta. Yolda öyle bir değişir ki Franz’ı istasyonda bir başına bırakır Erika, adamın meraklı bakışlarını gördüğü zaman azıcık üzülür ama inmek istemez, bilmediği bir yere doğru gitmeye devam eder. Öykü burada bitmez, tansiyonun yükseltilip noktanın çat diye konduğu öykülerden değildir bu, ilerleyen bölümlerde de yaşamın, insanın enginliğine şahit oluruz. Şahane öykü, atölye kutölye düzenlesem örnek diye alırım.

Tekrar basılmalı bu kitap, fazlasıyla hak ediyor.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!