Sağdan soldan bulduğum bilgiler: Vrettakos 1912’de doğuyor, şairliğiyle biliniyor daha çok. İlk kitabını on yedi yaşındayken yayımlıyor, ardından kısa ve uzun aralıklarla birkaç şiir kitabı çıkarıyor, pek çok ödül alıyor. İki savaş arasındaki sancılı zamanın ve savaşların bütün sıkıntılarını çekmiş duyarlı her sanatçı gibi savaşa dair şiirler yazıyor, dünyanın seyrini protesto ediyor. Bu metinde 1942-1943 yıllarındaki Alman işgalinde yaşananları anlatıyor Vrettakos, savaş sırasında direniş hareketine katılarak aktif olarak da mücadele etmiş, Almanlardan kurtulsa da bu kez cuntadan kurtulamamış ve 1960’larda İsviçre’ye göçmüş. Bu tek düzyazı metni, dehşetin tanığı olarak şiirin böylesi bir yükü taşıyamayacağını sezerek anlatıya yönelmiş. Adorno’nun savaşa ve şiire dair görüşlerinin benzerlerini anlatıda yer yer bulabiliyoruz, gerçi şairin anlatısı da şiirden hallice oluyor. Sonsuzluk ve Bir Gün‘ün sinema dilinin edebi yansımasını düşünün, üzerine bolca huzursuzluk ve acı ekleyin, Vrettakos’un metni buna yakın bir şey. Vonnegut’un Dresden saldırısından sağ çıktıktan ancak yirmi yıl sonra -otuz da olabilir- mezbahalı metnini yazmaya başlayabildiğini anlatan bir yazısı vardı, adam dehşeti tam kalbinde yaşadığı için aklına bile getirmemeye çalışıyor uzun süre, yıllar sonra mezbahada birlikte korundukları arkadaşını ziyarete gidiyor, orada bu meseleyi konuşuyorlar da öyle yazmaya başlayabiliyor ancak. Vrettakos için bekleme süresi iki yıl, metni 1945’te yazmış. İşgal sırasında geçirdiği bunalımdan ötürü sıcağı sıcağına yazamadığını, yaşadıklarının sanata dönüşmesi için bir süre beklemesi gerektiğini söylüyor. “Ve şunu saptadım: Olağanüstü büyük ve derinden etkileyici coşkular, sanatsal yaratıcılığı olumsuz yönde etkilemektedir. O korkunç savaşın bitiminden yirmi yıl geçti. Bu arada yaşam ve sanat üzerine düşünülmesi gereken konu ve sorunlar kuşkusuz büyük ölçüde çoğaldı.” (s. 5) Öylesi bir yıkımın sanatı ne ölçüde baltaladığına dair birkaç pasaj var, dondurucu bir dehşet karşısında hiçbir insanın yaşadığını hissedemeyeceğini, hiçbir şey üretemeyeceğini söylüyor Vrettakos, özellikle kendi durumunda. Metin pasajlardan oluşuyor, huzursuzluğun başladığı 1941 yılıyla açılıyor. Atina’da bir sokak, bir numara ve bir tarih, anlatıcı yeryüzündeki konumunu tam olarak belirtiyor, varlığının kanıtını ortaya koyarak başlıyor. Dünya adaletine inanan çocukların ve ozanların yapacağı gibi yazmaya başladığını söylüyor, yurdunun mutsuz dağlarına hüzünle bakıyor, yurdunun kilisesinden gelen çan seslerini dinliyor. Arnavutluk cephesinden getirdiği notları yakıyor, işgal sırasında arama yapılacağı için kendini güvenceye alması lazım. Ayrıca Anna’yı da koruması gerek, sevdiği insanı riske atmamalı. Savaşa dair metinler okuyor bir yandan, Remarque’tan Rolland’a pek çok yazarın metinleri gelecekte nelerle karşılaşacağını gösteriyor. Çağının kötülüklere karşı çıkan sesini duymaya çalışıyor, dehşetin sahiciliğine karşı sanata yaslansa da Alman askerlerinin söyledikleri marşlar, uygun adım yürüyüşleri bu teselliyi örseliyor. Arnavutluk cephesinden arkadaşı Dimitri’den gelen mektup iyice umutsuzluğa kapılmasına yol açıyor, Dimitri de anlatıcının taşıdığı duyarlılığın bir benzerine sahip, olup bitene dayanamadığını, evrenin üzerlerine kapandığını anlatıyor. İnsanla birlikte bu kötü yazgıdan kurtulmak isteyen anlatıcının etrafında acısını hafifletecek hiçbir şey yok, kendini çağının Prometheus’u olarak görüyor. Kendisi gibi pek çok insan direniş için toplanıyor, liderlerinin konuşmasında çağın İsa’sının kötürümleri yaşatmaması, kötülükleri eleştiriliyor derken liderleri iki kurşunla vuruluyor, insanların üzerine ateş açılıyor. Şahitler için ne büyük dehşet. Anna’yla anlatıcının diyalogları kanlı bir dünyanın merceğinde biçimleniyor, bir şiirin dizelerini paylaşmışlar gibi konuşuyorlar, anormal bir dünyada çarpık bir iletişim. “Boran” çağın korkusunun öznesi olarak ortaya çıkan bir kavram, izlek, boranın her şeyi peşine katıp götürmesi, halkların acılarını halklara taşıyıp durması anlatıcıya göre bir gün bitecek ama o günleri göremeyeceklerini düşünüyor.
Dimitri yakalandıktan sonra Alman askerlerinin yemek isteyen çocuğun kolunu kırmaları, fark gözetmeden insanları vurmaları geri plana alınıyor, Dimitri’nin annesinin ziyaretiyle yaşamları yavaş yavaş değişmeye başlıyor. 1942. İsa’nın da sorguya çekildiğini söylüyor bir asker, anne oğlunu görmek için her uğraştığında oğlunun sorgulandığını söylüyorlar, yolluyorlar kadını. Yine ortalarda belge melge kalmıyor, kısa süre sonra evlerinin ziyaret edileceğini bilen anlatıcı önlemini alıyor. Nitekim bir süre sonra evine bir Alman askeri geliyor, Dimitri’den bir mesajla birlikte. Dimitri alıkonduğu yerden propaganda yapmaya devam ederken arkadaşına güçlü olması gerektiğine dair bir iki not yazıyor, askeri de kafalamış, adam Doğu cephesine gönderilmeden önce iki arkadaş arasındaki bağlantıyı sağlıyor. Ne yazık ki öldürülüyor Dimitri, sıra bizimkilere gelince köye, anlatıcının ailesinin yanına gitmeye karar veriyorlar. Çektikleri acı ancak imgelerle, dolaylamalarla anlatılabilir. “Kıvırabilsem, hiç olmazsa cellâdın beynini bir kurşun gibi delecek güzel bir şiir yazabilsem.” (s. 52) İsa ağlıyor, Goethe’nin, Beethoven’ın memleketinden böylesi bir yıkımın çıkmış olmasına şaşkın. Bizimkilerin yırtabildiklerine de şaşkın belki, Dimitri’nin saklamaları için verdiği silahlar bulunamıyor, anlatıcının notlarını toplayıp gidiyor askerler. Sonrası tren yolculuğu, köy. Dağlar, tarlalar, tepeler hiçbir şey olmamışçasına yerli yerinde, işgalin ayak sesleri henüz ulaşmamış oralara. Anlatıcı bu durgunluğu anlayamıyor, göğün rengini garipsiyor, suyun sesinin gerçekliği kendi gerçekliğinden uzağa düştüğü için etrafında olup biteni anlayamıyor. Çok sürmeyecek, komşu köyün yandığını gördükleri zaman köylerini terk edip ormana saklanacaklar, bu sırada arkadaşlarının diri diri gömüldüğünü öğrenecekler, bir nevi casusluk yapıp zaman geçirdikleri ABD’li bir gencin direniş hareketini örgütlemek için yola çıktıktan sonra işgalcilere yataklık eden Yunanlarca yakalandığını, idam edildiğini duyacaklar. Gencin mezarını bulmalarını takiben anlatıcı yolculuğuna bir başına devam edecek, vatanını kurtarmak için elinden ne gelirse yapacak.
Savaşa ve yaşama dair felsefi soruşturmalar anlatıyı ara ara bölüyor, yazıya çiziye dair fikirlerin yanında insanların savaş güdüleri ele alınıyor, savaşın yaşama eklemlenme dinamikleri inceleniyor. “‘Almanlar gitse bile Maria, Almanlar gitmiş olmayacak. Savaş, salt görünürdeki değildir.’” (s. 92) Yüzyılın en önemli kişileri olan askerlerin, zulme uğrayanların, seyircilerin farklı gerçeklikleri bir araya gelecek gibi değil, tarih farklı dallara ayrılmış durumda, ince bir ruh için bu ayrım başlı başına bir keder nesnesi olarak ortaya çıkıyor, tek bir bakış açısı bütünlüğü sağlamaya çalışıyor. Umutsuz. “‘İnsanın bunalımı mı bu? Yüzyılın bunalımı mı? Tarihin bunalımı mı yoksa? Boran yeni değil. Bu savaştan yirmi yıl kadar önce de şiirleri, ozanları yok etmeye başlamıştı. Ben yaşamımı sürdürmeyi başarabildim. Bu yaşamı yitireceğim güne dek. Tek dileğim, ozanların adına sunacağım, tüm hoşgörümü, tüm sevgimi içerecek bir kitap yazmak.’” (s. 88)
Kısalığı ölçüsünde uzun, derin bir metin. Denk gelirseniz kaçırmayın.
Cevap yaz