“Your Love Is The Place Where I Come From”, Teenage Fanclub. Hornby otistik oğlunun okulu için para kazanmalı, bir kısa öykü derlemesi hazırlıyor, kitabın tanıtım partisi için Teenage Fanclub’ı ayarlıyor. Grubun Avrupa’da konser planı var ama muhtemelen dostluk ağır basıyor, Hornby’ye destek oluyorlar. Her şeyin ters gidebileceği bir gece, sayısız aksilik gerçekleşebilir ama problem çıkmıyor, efsane bir gece oluyor. O geceyi bu şarkıyla hatırlıyor Hornby, kusursuz performansın minnetle birleşmesi şarkıyı unutulmazlar arasına sokuyor. Otuz şarkı daha var böyle, hepsinin yeri oldukça özel. Binlerce şarkı dinlemiş bir adamın listeyi onlu sayılara indirmesi gerçekten büyük başarı, hatırlamaya değer 31 an var demektir bu. Hornby’ye göre bir şarkıyı çok sevdiysek o şarkının çağırdığı anılar zamanla silinip gidiyor, şarkı bütün anların şarkısı haline geliyor, bunu düşünebiliriz. Lisedeyken aşk acısını dindirebilmek için birkaç şarkıyı yasaklamıştım kendime, yıllar sonra dinleyince kendimi neyden mahrum ettiğimi düşünüp sinirlenmiştim ama şimdi düşününce, o kadar da zaman geçmemişti. Yani arkada kalan zaman birikmedikçe şarkıların anlara sıkışıp kalması daha kolay sanırım, Hornby’ninki gibi çok özel anlarla bütünleşen şarkılar yaşamıyor bunu bir tek. Liseden sonra da dinleyince acı veren çok şarkı oldu ama çok sevdiğim şarkılardı bunlar, zaman geçtikçe başkalarına dair anımsattıkları yavaş yavaş kayboldu, şarkılarda bir tek ben kaldım, bu sayede rahatlıkla dinleyebiliyorum artık. İnsanlar kayboluyorlar ama şarkıları da peşlerinde götüremiyorlar, şükür. Hornby’nin ereği var bu ilk bölümde, alayım: “En sevdikleri albümün onlara Korsika’daki balaylarını ya da ailelerinin sahip olduğu finoyu hatırlattığını söyleyenler müziği pek de sevmiyordur. Ben daha çok bu şarkılarda benim onları sevmeme neden olan şeyleri yazmak istedim, benim bu şarkılara ne kattığımı değil.” (s. 12)
“Thunder Road”, Bruce Springsteen. Hornby’nin zamanında tutulduğu iki adamdan biri “The Boss”. Şarkıları en iyileri değil, çok daha iyi şarkılar var ama her zaman en iyiyi seçmiyoruz, klasik müziği sevmemesini gerekçelendirirken aynı şeyi söylüyor Hornby, her zaman türünün en iyisi aslında en iyi değildir. Updike, Kerouac veya DeLillo okurken duyduğumuz haz malumsa da “bizim” yazarlarımız olmayabilir onlar, başka şeyler ararız. Fante’nin duruluğunu arayabiliriz örneğin, Keret’in sihrini ararız, ne bileyim, Bernhard’ın veya Moya’nın öfkesini ararız, bulursak bizimkilerin arasına koyuveririz yazarı, listeler böyle oluşur. Şarkıları da böyle sıralarız, normalde pek dinlemeyeceğimiz şarkılar yaşamımızın önemli zamanlarına denk gelirse anlamlarına dönüşürüz, ayrışamayız. Hornby yazarlık serüvenini bu şarkıyla özdeşleştiriyor, yazar olma hayali kurduğu sırada bol fırtınalı bir yolda ilerlediğini düşünüyor, bir yandan bu şarkı dönüp duruyor aklında. Springsteen’i dinlemeyi bıraksa da bu şarkı geçmişin bir dönemine çakılmış.
“Heartbraker”, Led Zep. Gürültülü olan iyiydi bir zamanlar, Hornby’nin meselesi bu. Kafası artık Page’in gitarını kaldırmasa da bu şarkı bir zamanlar kim olduğunu hatırlatıyor. Gerçekten, neden öyleydi ki? Taramalı tüfek gibi davullar, canavar gibi gitarlar olacaktı şarkılarda, yoksa dinlemiyorduk. Daha ekstremini bulmaya çalışıyorduk hep, Eren’de toplanıp Dream Theater konserlerini izliyorduk, Budokan’ı kaç defa izlemişizdir bilmiyorum. Ayrışıyorduk, Emre progresif meselelerde kalmak istiyordu, Eren İsveç diyarının ormanlarında çekilmiş kliplerde yüzü boyalı adamları dinliyordu, ben Florida cenahlarında dolanıyordum, sonra bir araya gelip Kazaa’dan indirdiğim konserleri izliyorduk işte, şarkıları çalmaya çalışıyorduk. Şimdi gerçekten kafa kaldırmıyor açıkçası, bir daha ne zaman Necrophagist dinlerim bilmiyorum ama o zamanlar çok güzeldi, Hornby’nin dediği gibi kişiliğimizin bir parçası oldu o şarkılar ve anlar. Çok garip, güzel.
“One Man Guy” şarkılardaki, nasıl diyeyim, diyemeyeceğim. Örnek verebilirim ancak, şu şarkıda 1:21. Arşeyi kalbime dokundursanız bu ses çıkarmış gibi hissediyorum. Burada çocukluğum var, anımsamak istediğim haliyle. Daha çok var böyle, Hornby de sözcüklerle anlatılamayacağını söylüyor, bütün bir şarkının parıltı taşıması da mümkündür ama şarkıların bazı bölümleri şarkıdan çok daha fazlasıdır, doğrudan kalbe gider. “Tek söyleyebileceğim, olmayan sesleri duyduğum, normalde görmediğim, hissetmediğim şeyleri görüp hissettiğim ve evet, ölümsüz bir ruhun ya da en azından insanlığın hayatlarımızın kısa ama anlamlı olduğuna dair ortak bir bilincinin var olduğunu anlamaya başladığım.” (s. 27) Hornby ateist ama buna benzer şeyler yüzünden Tanrı’ya neredeyse inanacağını söylüyor, algıladıklarımızdan çok daha fazlasını hissediyor. Arka arkaya sıralamamak en iyisi, bu tür şarkıları dağıtmalıyız ki üst üste binip yormasınlar. “Samba Pa Ti”de durum bu, kaset artık ortadan kalktı ama âşık olduğumuz kız için karışık kasetler yaptık tabii, son demlerine yetiştim ben. Bütün bir gece boyunca defter elde, hangi şarkıyı nereye koyacağımızın hesabını yaptık. “Şu ikisi arka arkaya gelmesin, çok manalı olur. Şunları dağıtayım, bayar. Bunu böyle, şu da şuraya, tamam.” Cover varsa iş daha da zor, şarkının orijinalini bilmiyorsa yorumu da anlayamayacak. Bob Dylan’ın Rod Stewart yorumundan bahsederken ayak izlerini takip etmekten bahsediyor Hornby, Dylan’ı Elvis ve Bob Marley mertebesinde görüyor, şarkılarındaki şiirden pek etkilenmediğini söylüyor. Yeterince takdir etmediği için suçluluk duygusu geliştirmiş, etrafındakiler Dylan’ın hakkını vermeyenleri tefe koyuyorlarmış anlaşıldığı kadarıyla. Birkaç şarkıyı seviyor adam, o kadar. Yoruma bayılmış ama. Beğenirlerse şarkının orijinalini de bir sonraki kasete koyardık, neden o kadar stres yaptıysak. Aşk, evet.
“Born for Me”, Paul Westerberg. Şarkılardaki boşluklar ve minimal düzenlemeler var burada. Grand Funk Railroad konserine gitmiş Hornby, bu grup Homer Simpson’ın da en sevdiği grup bu arada. Davul ve gitar sololarından keyif almaya çalışmış, gençliğinin rüzgârıyla başarılı da olmuş ama bir süre sonra gittiği Led Zeppelin konserinde, hem de “Moby Dick” çalınırken orada değilmiş, bira içmek üzere konser mekanının karşısındaki bir pub’a gitmiş. Bonzo’nun performansını görmek istememek nasıl açıklanabilir bilmem, yazar seyirci/dinleyici hakkından dem vuruyor. Bir konserden istediğimiz zaman çıkabiliriz, belli bölümlerde çıkabiliriz, sevmediğimiz bir şarkı çalınırken de çıkabiliriz, böyle böyle on madde tamamlanır herhalde. Sololar önemli kısaca, Hornby kendisini etkileyen sololara değinirken şarkıdaki piyanoyu ele alıyor. Bazı şarkıları silme doldurmak çok kötü bir fikir gerçekten, sadelik bütün bir şarkıyı kuşatıp olabilecek en iyi şekilde dolduruyor eğer işinin ehli bir sanatçı tarafından icra edilmişse. Aklıma ilk şu gelir hep, daha da sadesi ve daha iyisi de şu. Son zamanlarda da “Lovelorn Crime”ın solosuna takıldım, Åkesson kısa kısa hızlanıyor ama genelde bend üzerinden yürüyor solo, müthiş. Neden müthiş, şarkıyla uyumlu. Trafik, sözler, vokal, her şey kusursuz bir şekilde eklemleniyor.
Şarkılar üzerinden yaşamına da değiniyor Hornby, yazdığı kitaplardan oğluyla ilişkisine, biten evliliğine kadar. Ölümüne Sadakat‘in temellerine rastlıyoruz iki yerde, ilki onlu yaşlarındayken gittiği ABD seyahatinde denk geldiği plak dükkânı, diğeri de izlediği singer-songwriter kadın. Geçek hayatta sevişmiyor kadınla, konuşmuyor bile ama filmde ve romanda birkaç günü paylaşıyorlar, yolları ayırıyorlar sonra. Detaylar güzel, metinleri bilenler mutlu olacak.
En sonda şarkıların yer aldığı albümler ve Hornby’nin kısa, matrak yorumları var, bir ömrün müzikal muhasebesi olarak okunabilir. Honby yaşamını müzikle kurmuş, eğer müzik yapabilseydi roman yazmayacağını söyleyecek kadar müzik tutkunu. Kitabı da çok hoş haliyle, tutkusunu biraz olsun paylaşanlar için yeni keşiflere de yol açıyor, pek hoş.
Cevap yaz