Varlık‘ta öyküleri yayımlanmış Oruçoğlu’nun. Hakkında şöyle ilginç bir yazı var, Muzaffer Oruçoğlu’nun kardeşi mi oluyor Nezihe Oruçoğlu, Fethi Naci’nin eleştirilerinden sonra yazmayı bırakmış. Asım Bezirci’nin eleştirilerinden sonra bırakmamış, demek ki Naci daha bir eleştiriyor. Ben de eleştiriyorum, öyküler kötü çünk her karakter eline borazanı almadan duramıyor. Toplumcu gerçekçiliğin tipik borazanı. Bilgi topağı aynı zamanda, her karakter kendi sınıfının derdini dağa taşa haykırıyor, içinden dışından tiratlar atıyor. “Teneffüste” ilk öykü, Sabi Öğretmen kiremit kızılı, gür bıyıklarını çiğniyor. Amorf surata bu tür bir bıyığı yapıştırdık, başka da hiçbir şey yapmadık, böylece elimizde bıyıklı bir öğretmenimiz oldu. Süper. Okulun ötesinde uğuldayan fabrikaya bakıyor Sabri, çok hata işlediğini söylüyor kendi kendine, erdemli insanın kendi hatalarını anında saptayıp aşan insan olduğunu, bedeli ağır ödenen tecrübelerden bir şeyler çıkarması gerektiğini. Peki. Bütün öğrenciler bağıra çağıra konuşuyorlar, Sabri susmalarını söylüyor, topluluk olan yerlerde tek tek konuşulurmuş, yoksa kimsenin dediği anlaşılmazmış. Mesaj alındı herhalde. İkinci zil çalıyor, öğrenciler beslenmelerini çıkarıyorlar. “‘Milyonlarla birlikte, bir sofrada yemek yemek; milyonlarla birlikte türkü söylemek, gülmek; ve milyonlarla birlikte dans etmek güzeldir.’ diye düşündü.” (s. 6) Sınıfta bir anda devrim şarkıları çalmaya başlıyor, çocuklar koşturmaya başlıyorlar, Sabri en önde koşuyor, bayrak sallayıp marş söylüyor. Sallıyorum. Öğretmenler odasında biri kıt kanaat geçindiğini anlatırken diğeri evini dershane haline getirdiğini, iki astragan kürk sipariş ettiğini söylüyor. O sıra tencereciler, ansiklopediciler falan gelmiş, bir şeyler satmak isteyen herkes okula girebiliyor herhalde, değişik. Sabri de düşünüyor, bakliyat falan satabilir, bir şeyler okutabilir arkadaşlarına. Bir sigara yakıyor, zemheride baharı bekler gibi beklediğini düşünüyor fabrikaya bakarken, bir umudu fabrikadaymış. Ne çıkaracağız, devrim için işçi sınıfının yetişmesini bekliyor herhalde Sabri, sömürüldüğünü fark eden işçinin bilinçleneceğini umuyor. Ucundan kapitalizm girecek ki altyapı oluşacak, öyle olmadığı çok acı bir şekilde görüldü sonradan.
“Asfalt” sokağa dökülen asfaltın mahalleliye yansımasıdır. Asfalt yansıması. Hüsman işçi kadınlara, itibarlı yosmalara göz kırpıyor, banker faizleriyle yağlanmaya başlayan orta sınıf kadınları saygıyla selamlıyor. Bu kadınlar nasıl aynı yerlerde yaşıyorlar merak konusu. Hüsman mucizesi diyebiliriz. Sokağın asfaltlanacağını ilk Hüsman söylüyor, oraya taşınan kodamanlardan birinin vasıtasıyla toz topraktan kurtulacaklar. Kadınlar başka başka şeyler düşünüyorlar tabii, ya diyalogları patlatıp uzun uzun açıklamalar yapıyorlar ya da içlerini patlatıp monolog halinde saçıyorlar metne, bombastik. Biri sosyetik hanımlar gibi tertemiz sokaklarda yürüyeceğini düşünüyor, çamur mamur olmayacak. Diğeri evlerin değerinin iki milyon birden arttığını düşünüyor, lüks semtte oturuyor artık. Bisikletler yağ gibi kayıyor, bu yüzden evdekileri çıkarıyor çocuklar, binmeye başlıyorlar, yoksul olanlarından bir tanesi tam gaz inerken bir arabanın altında kalıyor. Millet koşturuyor, insanlar feryat figan, Hüsman da dövünürken inciler saçıyor: “‘Asfaltın ne suçu var! Mahallemizde bir çocuk parkı olsaydı, böyle mi olurdu?! Dinine yandıklarım gereksiz işlere ne yatırımlar yaparlar da çocukları hiç düşünmezler!’ diye veryansın ederek, okkalı küfürler savurarak, son sürat araba çağırmaya koşuyordu.” (s. 15) Koşarken sağa sola laf yetiştirmeye çalışan biri Hüsman, o da öyle bir deli diyelim.
“Zamanla İnsan da Değişiyor Azizim” insanın devrimcilikten patronluğa geçişiyle alakalı, yine iç monologlar akıyor. Patronla ustalar arasındaki muhabbet, ustalarla işçiler arasındaki muhabbet, Oruçoğlu yine fabrikamdan insan manzaraları sunuyor. Patron eve gidip karısının nemrut suratını çekmekten yıldığını düşünüyor öylece, daha ortada bir şey yokken sıkıntılar yağmaya başlıyor. Tüfeğim yine hazır, elim tetikte, daha iyisinin olması lazım yoksa beyne bay bay. Patron öğrenciyken küf kokan bir evde üç arkadaşıyla birlikte yaşıyormuş, yumurta kaynatıp yiyorlarmış, öyle sanıyorum, bahçedeki çalı çırpıları toplayıp yakarak ve birbirlerinin burunlarına sokarak ısınıyorlarmış. Sonra okul bitmiş, patron olmuş bu, verimliliği düşük işçileri, yaşlı işçileri yani, işten çıkarmak için ustayı görevlendiriyor. Usta gidip işçilerle konuştuğu zaman gerçekten muazzam bir cevap alıyor: “‘Tezgâhların başında suya kestim, sakatlandım. Çalıştıkça ‘Daha çalış’ dediler, fazlasını vermediler. Şimdi de gücüm tükendi. Verimli olamıyorum diye zararlı böcek görmüş gibi bakıyorlar bana. Günlerimin sayılı olduğunu seziyorum. En büyük imansız bunlar…’” (s. 19) Patronların ne kadar vicdansız olduğunu düşünüyorlar tabii, patronsa rakı masasında işini gücünü düşünüyor, devrimcilik günlerinden geriye bir şey kalmadığını yalandan bir üzüntüyle fark ediyor da kadehi vurdu mu bitiyor mevzu. Görüyoruz işçiler neler düşünüyorlar, neler konuşuyorlar, nasıl o kadar mükemmel konuşuyorlar, öyküden nasıl fırlayıp gidiyorlar. Belli bir hız gerekiyor Dünya’nın çekim kuvvetinden kurtulmak için, öykünün çekim kuvvetinden kurtulmak için de belli bir biçimsizlik lazım aynı şekilde, Oruçoğlu bu biçimsizliği sunarken oldukça cömert. “Soruşturma”ya geldik, asgari öykü bile değil açıkçası. Hasan Bey varmış, herkesin sevdiği bir öğretmen, Maocu diye adı çıkınca tanıdığı bir müfettişi karşısında buluyor. Tanımasa ne, bir şey değişmeyecek çünkü Mao’dan bahis açılınca, evet, Maho’yu tanıdığını söylüyor Hasan, bu yüce gönüllü insanın köylüler için yaptıklarından bahsediyor, çok iyi bir adam Maho, keşke her köyde bulunsa. Öykü bu kadar, bir yanlış anlama üzerine kurulu. Öykü mü, tartışılır.
“Hırsız” diğerlerinden ayrışıyor saçmalıklarıyla, gerçi bir doktorun çalıntı teybi kabul etmediği durumlar olabilir ama gayet vicdanlı, onurlu biri olarak tanıdığımız adam son kez hırsızlık yaptığını düşündüğü adamın bu yolla “iyileşeceğini” düşününce, eh, burada patlıyor hikâye. Veli on altıncı kez suç işleyip hapse girdiğinde -“Yaşar Kemal’in dediği gibi ‘Allahın Askeri'” bu Veli, anlatıcı neden Yaşar Kemal’i fırlatıyor ortaya, bilinmez- sopa yiyor bir güzel, gözü zedeleniyor, kör olmaya doğru giderken iyi bir doktora rastlıyor da hastaneye kaldırılıp gözünden ameliyat ediliyor, kurtarıyor gözü. Doktora teşekkür edecek, gidip teyp çalıyor, doktora veriyor. Doktor düşünüyor, almasa adam iyileşmeyecek, alsa suç da son kez çaldığına dair çok kuvvetli sinyaller almış doktor, ne aldıysa artık, nasıl emin olabiliyorsa. Mesele böylece çözülüyor, kıssadan hisseyi de biz verelim: burada suçlu kim? Valla senaryo yazıp milleti birbirine düşündürmeye çalışan insanlar ortadan kaybolduktan sonra dünya bayağı bir rahatladı ama öykülerde çıkıyor böyle şeyler, normal. “Dünya Görmemiş”te, yani öyküler kötü ama arada derede hoş ayrıntılar çıkıyor piyasaya, mesela Meşale Gecesi. Son sınıf öğrencileri mezun olacakken bir alt dönemin çocukları ellerinde meşalelerle geliyorlar, müstakbel mezunlara veriyorlar meşalelere, hadi şimdi sönmeden gidip memleketin dört bir yanını kurtarın. İçlerinden biri gidiyor kuş uçmaz bir yere, köy eşrafıyla takılmaya başlıyor, coğrafyaya ve insanlara uyum sağlayamayınca alkole, yalnızlığa sığınıp çürümeye başlıyor. Rüşvet müşvet caba, o noktadan sonra ne uzatırlarsa alacak hale geliyor. Doğum kaynaklı bir yakınlıkla iki sınıf bağlanıyor birbirine, bebeklerin milliyeti ve düşmanlığı olmaz, insanlar da bebekler gibi mutlu mesut yaşayabilirler, böylece savaşlar filan ortadan kalkar. Daha da böyle bir dünya hikâye, pilim bittiği ve hepsi birbirine benzediği için bitiriyorum. Gereği yok ya, denk gelen de okumayabilir. Aşırı bir toplumculuk, estetiği iyice arkaya fırlatmak. Meh.











Cevap yaz