Neil Turok, Hawking’le birlikte araştırmalar yürütmüş, Hawking’in meşhur iddialarından birine girip kaybetmiş mühim bir bilim insanıdır. Matematiksel fizik alanında uzmandır, evrenin oluşumuna dair kafa patlatmıştır, M teorisinden birkaç ögeyi ödünç alıp kendi çalışmalarında kullanmış olsa da teoriyi tamamen desteklemez, zira her şeyi kapsayacağı düşünülen teorinin havada kaldığını düşünür. Bunun yanında Kolektif bir yayınevidir, müthiş kitaplar basmıştır, dileriz basmaya devam eder. Bu kitap Turok’un Massey Konferansları kapsamında yaptığı CBC Radio’daki konuşmasını içermektedir, insanın evrenle kurduğu ilişkinin bir özetini sunmaktadır. Ne derler bilirsiniz, evren anlaşılmak için bilinci yarattı ve karbondioksit kireçli suyu bulandırır. Evet. Bilim bunlar. Ben çok meraklıyım böyle şeylere. Geçen Yeşim’le sahildeyiz, örtümüzü yaymışız, adalara bakıp kitap okuyoruz. Bulutları izledik biraz, son iki üç gündür İstanbul’un tepesinde çok ilginç bulutlar geziyor. Neyse, biraz kitap okuduk, Turok’un anlattıkları çok etkiledi beni. Bir noktada devam edemedim, kitabı kapayıp gökyüzüne baktım. Korktum resmen, sanırım bilinç biyolojik sonunu geciktirmek neden-sonuç ilişkisi, anlamlılık gibi şeyleri icat etti zamanında. Soyut düşünce işte. Çok iyi, yaşamımıza son vermiyoruz ama evreni anlamak için başka icatlar gerekiyor. Bulutlara baktım, hiçbir anlam bulamadım. Sonsuzluğun içinde yüzer gibi yaşıyoruz, farkında değiliz. Böyle anlarda bir perdeyi aralayıp anlamadığım bir şeye bakmışım gibi hissediyorum, bakıp geçmişim de güvenli cehaletime dönmüşüm sanki. Ne zaman böyle hissetsem Arthur C. Clarke’ın Çocukluğun Sonu nam metnini hatırlarım, anlatının sonunda insan transformasyon sonucu biyolojik bedeninden kurtulur, kozmik yetişkinliğe adım atar ve Dünya’dan göçüp gider. Hemen başka metne atlayayım, Ray Bradbury’nin Mars Yıllıkları‘ndaki bir öyküsünde, Mars’ta karşılaşılan ışık/enerji topları yetişkinliğe veya yaşlılığa denk geliyordur belki. Bir sonraki evrim halkamız tamamen biyolojik olmayacak, kısıtlı bedenimizden kurtulup tekilliğin engin sularına atlayacağız, 1’lerle 0’ların dünyasında bilincimizi var edip uzaydan uzaya koşturacağız, o zaman bakıp da anlamadıklarımız anlamlı hale gelecek muhtemelen. Geçiş evresi çok sancılı olacak diye düşünüyorum, binlerce yıldır aynı biçimde yapılanan beynimiz bu ani zıplamayı kaldırana kadar arıza çıkaracak belki. Omurganın dikleşmesine alışana kadar kaç nesil geçmiştir kim bilir. Kısacası, Turok kendi çocukluğunu anlatıyor, ardından bilimin çocukluğundan yetişkinliğine kadarki süreci kısaca ele alıyor. Turok Güney Afrika’da doğuyor, ailesi Apartheid karşıtı olduğu için hapse atılıyor, birkaç yıl sonra Svaziland’a göçüyorlar. Okula zor şartlar altında başlıyor Turok, İngiltere’ye göçene kadar İskoçyalı bir öğretmenden ders alıyor. Çocuklara bilimi sevdiriyor bu öğretmen, yıllar sonra Turok’a ulaşıyor ve Svaziland’daki o küçük çocuk olup olmadığını soruyor. Turok ilk fırsatta İskoçya’ya gidip artık yaşlı bir kadın olan öğretmeninin karşısına çıkıyor. Kadının sorduğu ilk şey evrenin sırrının çözülüp çözülmediği. Hâlâ bilim aşkıyla dolu. Profesör öğrencisinden en büyük soru işaretinin mantıklı bir açıklamasını istiyor ama orada sicimlerden kuantalara pek çok şeyden bahseden Turok’un bir cevabı yok, sadece bilimin merhaleleri var elinde. Yeterli, kendi serüvenini bilimin serüveniyle denkliyor.
Pythagoras’ın o zamanın bilimine “ispat” kavramını getirmesini, buluşlarını anlatıyor Turok, günümüze kadar gelen birikim bu paradigmayla ilerleyecek. Gerçi meşhur teoremin, şu hipotenüslünün Babil uygarlığında, MÖ 1800’lerde kullanıldığı anlaşılmış ama Tanzimat yazarlarına postmodern diyemediğimiz gibi Babil bilgelerine de filozof gözüyle bakamıyoruz. Sonrasında müzik ve matematik arasındaki ilişki keşfediliyor, yine Pythagorasçılar gökyüzünün bütün hareketini sayılarla açıklayabileceklerini düşünmüşler, Newton’dan iki bin yıl önce. Hume’a geçiyoruz, İskoç Aydınlanması’nın has düşünürüne göre bilimi göklerden indirmek, deneyimle sınamak ve insanlığımızla birleştirmemiz gerek. “Hume’un öne sürdüğü şeylerin yankıları bugün bile sürüyor. Bilim üretme yetimizin kökleri evrenle ilişkimizde, canlı birer varlık olarak doğamızda yatar.” (s. 23) Gerçek sihir budur, dünyanın içsel modelini içimizde taşırız ve bu modeli eşelediğimizde içinden evren çıkar. Bunun anlaşılması için sayısız bilim insanı ve filozof asırlardır uğraştı, nihayetinde basamaklara yeni basamaklar ekleyebiliyoruz. Newton fiziğinin üzerine Faraday ve Maxwell’in çalışmaları, Maxwell’in elektromanyetizmayı formülleştirmesinin ardından ışığın doğasına duyulan merakın artması bu basamaklardan sadece ikisi. Turok uzun uzun anlatıyor bu fasılları, ben yüz seksen iki defa aynı yerleri anlatmış olmamak için değinip geçiyorum. Maxwell’in teorisi Newton’ın kuvvetler, hareket ve kütleçekim kanunlarıyla ve ısı teorisiyle çeliştiği için bilim insanları eldeki verileri düzenleyip yenilerini üretmek için çalışıyorlar, Lorentz uzay ve zamanı birbirine bağlayan simetriyi görüyor Maxwell’in denklemlerinde, Einstein da Lorentz ve Planck’ten yola çıkarak göreliliğe dair nefes kesici buluşunu gerçekleştiriyor. İlginçtir, Planck olmasa sabiti de olmayacaktı, dolayısıyla günümüzün teorik fizikçileri uğraştıkları son model teorilerden belki de mahrum kalacaktı ama Planck son derece muhafazakâr biri, en azından bilimsel açıdan. Max Born’a göre Planck devrimsel yeniliklerden pek hazzetmezmiş ve bilimsel spekülasyonlara hep kuşkuyla yaklaşırmış ama gerçeğe dayalı mantıksal düşüncenin gücüne öyle inanırmış ki geleneklerin tümüne karşı çıkabilirmiş. Peter Watson’ın Yakınsama‘da belirttiğine göre ömrünün son yıllarında kuantumun açtığı yollara şüpheyle yaklaşmış ve Tanrı’nın sınırlarına girildiğini düşündüğü için durulması gereken noktanın geldiğini belirtmiş. Einstein da aynı şekilde tutucu: “Kuantum teorisinin rastgeleliğinden ve olasılıkçı doğasından çok rahatsız olmuştu, ayrıca matematiksel biçimciliğin soyutluğu da hiç hoşuna gitmemişti. Her fırsatta ‘Tanrı zar atmaz!’ diyordu; bir noktada Bohr da ona, ‘Einstein, Tanrı’ya dünyayı nasıl yöneteceğini söylemeyi bırak’ diyecekti.” (s. 80)
“Patlayan Neydi?” bölümünde Turok’un uzmanlık alanına giriyoruz. M teorisi her şeyin teorisi olma yolunda ilerliyor, teoriye göre uzayın on boyutundan yedisi sıkışmış bir halde varlığını sürdürüyor, zamanı da bir boyut olarak düşünürsek on bir boyutlu bir uzay var elde. Turok’a göre cevaplara çok yakın olduğumuz bir çağda yaşadığımız için şükretmeliyiz. Elealı Parmenides’e göre düşüncelerin gerçekliği ve algıların yanılsaması sabitti, Hume’un fikirlerinin tam tersi. Bir şeyin yoktan var olabilmesi imkansızdı, Herakleitos’a göre her şey akış halindeydi, Stoacılar her şeyi ateşten çıkardılar, kısacası günümüze kadar kozmogoni defalarca değişti ama tünelin ucunda hiçlik yer alıyor olabilir. Bir evrenden başka bir evrenin doğması insanın sıkı sıkıya sarıldığı bir fikir, sicim teorisinin alametifarikası, yine de Turok’u tatmin etmiş değil. Sicim teorisinin baştaki tekilliği tanımlayamadığını söylüyor Turok, ekliyor: “Şahsen ben olası evrenlerden oluşan bir ‘çokluevren’ hakkında tahminler yürütmek yerine, var olduğundan emin olduğumuz tek evrene odaklanmayı tercih ediyorum. Belki böylece tekillik ve uzak gelecek gibi temel bilinmezlerini açıklığa kavuşturacak ilkeleri anlamlandırabiliriz. Sicim teorisi, kuantum kütleçekimi hakkında zaten tamamen yeni fikirler sunmuş, son derece güçlü bir teorik araçtır. Ancak evrenimizi ikna edici bir şekilde tanımlaması için katetmesi gereken uzun bir yol vardır.” (s. 181)
Son bölümde kuantum teknolojisinin insanlığı nasıl değiştireceğine dair, kısmen spekülatif fikirler yer alıyor. Kuantum bilgisayarları dijital şifrelemeyi işlevsiz kılacak kadar büyük bir işlem kapasitesine sahip olacak, bankacılık sistemi başta olmak üzere yerleşik pek çok sistem değişmek zorunda kalacak. Feynman 1984’te öngörmüş bunu, Turok’un öğrenciliğinde dinleyici olarak katıldığı konferans henüz hayallerde var olabilen kuantum bilgisayarları hakkında sağlam görüşler içeriyormuş. Bir kıvılcım örneği de var: “Aslına bakarsanız anlattığı şeylerin onlarca yıl önce konuşulmaması için hiçbir neden yoktu. Bu, kuantum teorisinin tipik bir özelliğidir aslında: Sezgilerimize o kadar ters gelen bir yapısı vardır ki, yeni ve beklenmedik sonuçları bugün bile ortaya çıkabilir. Feynman bir kuantum bilgisayarının ne işe yarayacağı konusunda somut hiçbir örnek vermese de, sadece bu olasılığı zikrederek bile birçok insanı düşüncelere itti. Gittikçe daha çok insan bu konu üzerinde çalışmaya başladı.” (s. 204)
Turok’un gözünden bilim tarihi, kuanta dostların yardımıyla evrenin okunması. İlgilisine duyurulur.
Cevap yaz