Şehre yağmur yağıyor, yağmurun altında aşklar yaşanıyor, Mısır’ın yakın tarihiyle ilgili pek çok veriyi bir araya getiriyor Mahfuz ama sıkıntı var, kapaktaki görselin anlatıyla pek bir ilgisi yok. Metinde adı geçen yerlerin 1960’lı yıllardaki hallerine baktım, Barok benzeri üsluba sahip hiçbir eve rastlamadım. Yanılma payını göz önünde bulunduruyorum, yağmur mevzusuna geçiyorum. “Etrafları gökkuşağının bütün renklerini içeren gürültülü bir kompozisyon gibi her yönden gelip birbiriyle çarpışan kesintisiz bir insan seli ve farklı tonlardaki seslerin karmaşasıyla çevrili ikili, tek kelime konuşmadan yan yana yürüdüler.” (s. 5) Romanın ilk cümlesi bu, yağmurun bir benzetme olduğu belli, zaten ikiliden erkek olanı sıcak ve nemli havadan ötürü bunalmış, gölgelik arıyor. İlerleyen bölümlerde yağmur yağdığını hatırlamıyorum hiç, karakterler sıcaktan bunalarak bir yerlere sığınıyorlar, dolayısıyla kapakta yağmur neden? Yağmur Mısır’ın üzerine yağan felaketleri çağrıştırıyor olabilir, gökkuşağındaki renkler pasifistleri, ABD yanlılarını, SSCB yanlılarını ve diğerlerini sembolize ediyor olabilir ama gerçek bir yağmurdan bahsetmek doğru değil. Mısır yanıyor, insanlar buharlaşmak üzere, kazan kaynıyor, Mahfuz’un karakterleri sevdadan sevdaya, tutkudan tutkuya sürüklenerek bir şekilde mahvoluyor ve Mısır’ın durumunu canlandırıyorlar böylece. Baştaki iki kişi Marzuk’la Aliye üniversitede tanışmışlar, bir terslik çıkmazsa evlenecekler ama Mahfuz karakterlerine hiç acımıyor, en olmadık dertleri tebelleş ediyor insancıklara. Diğer metinlerindeki tekniği de sürdürüyor, diyaloglarda isimleri geçen karakterler daha sonra kendilerine ayrılmış bölümlerde ortaya çıkarak anlatının dünyasını genişletiyorlar. Mesela Marzuk İbrahim’in nasıl olduğunu soruyor, Aliye kardeşinin pek mektup yazmadığını, cephede olduğunu söylüyor, sonra Marzuk kız kardeşi Saniye’den bahsediyor ve bir karakteri daha katıyor anlatıya, böyle bir teknik kullanıyor Mahfuz ama hep aynı tekniği kullandığı için karakterler, anlatı mekanikleşiyor. Örüntü aynı: Bölümlerin başında mekân tasviri, havanın ne kadar sıcak olduğu, etraftaki eşyaların rengi, insanların eylemleri, sonra karakterler ve karakterlerin doğurdukları karakterler, böyle gidiyor. Özellikle bu metinde çok rahatsız etti, diğer Mahfuz metinlerinde diyaloglar, atmosfer daha başarılı bir şekilde kurgulanmıştı ama Yağmurda Aşk sallanıyor basbayağı. 1967’deki savaşın etkilerini pek çok açıdan görsek de kurgu pek derinleşmediği için değinilip geçilir adeta, duygusal ilişkilerin yoğunluğu yüzünden arka plana pek odaklanamayız. Bunun yanında kilit noktaları da pek hızlı ve özensizce kuruyor Mahfuz, örneğin bir karakter diğerini öldürecek, sapasağlam adama yapıştırılan bir tekme can alıyor. Detay yok, tekmeyi yiyenin düşmesinden cinayet sonrası sürece pek hızlı geçiyoruz, kısa trajedi izliyoruz sanki. Başka bir ölümde yaşlı karakter genç olanın boğazını sıkıyor, etraftakilerin koşturma süresinden anladığımız kadarıyla mevzu kısa sürüyor ama ölüm pek çabuk yine, olayların temsilini görür gibiyiz. Bir başka mevzu da rastlantılar, gerçekliği baltalayan tesadüfler. Ünlü bir yönetmenin sıradan bir karakteri keşfetmesi ve film yıldızı haline getirmesi, taze yıldızın rol arkadaşına âşık olup evleneceği kadını terk etmesi, sonra dayak yiyip film kariyerini sürdürememesi, her şey çok hızlı ve yer yer mantıksız. İyi bir Mahfuz romanı değil bu, diğer metinlerdeki kurgusal nitelikler de aynı olunca tekrarın tekrarı haline gelmiş ne yazık ki. Kahvehane toplumun her kesiminden insanın bir araya geldiği yegâne mekân olabilir ama bu özelliği hemen her anlatıda görünce, eh, usandım ben açıkçası. Orta sınıfın insanları oldukları gibi diğer Mahfuz metinlerine yapıştırılabilirler, hiçbir şey fark etmez. Formülle yazılmış gibi bu metin, görünürde hiçbir kusuru yok ama yazarın diğer işleriyle birlikte değerlendirince vasatı geçemiyor. Herkesin iç monoloğunu görmek bu anlatının bağlamında iyi bir fikir değil bir de, farklı biçimde düşünen olmayınca aynı karakterden on tane kurgulanmış gibi görünüyor, hoş değil.
Marzuk ve Aliye evlenecek ama evlenemeyecek, Marzuk memuriyet için yola çıkacağı sırada bahsettiğim yönetmen tarafından keşfedilecek ve film yıldızı olacak, Aliye’yi bırakıp başka bir kadınla bir araya gelse de kadın zengin bir adamın metresi, âşıkları var üstelik, Marzuk’un sopa yiyip ağzını burnunu kırdırması kaçınılmaz. Hayaller yerle bir, kadınla evlenseler de sanat yaşamı sona eriyor, facia. Mona, Aliye ve Saniye üçlüsünden bahtı açık kimse yok, Marzuk’tan ayrılan Aliye’nin talibi çıksa da gebe kaldığı için Hüsnü Hicavi’den, para karşılığı birlikte olduğu adamdan yardım isteyerek çocuğu aldırıyor, işlemi yapan Sevda Aliye’ye âşık olduğu ve kadını elde edemediği için Aliye’nin evliliğini berbat etmeye çalışıyor ama babasının ellerinde can veriyor, bahsettiğim mevzu. Hicavi bir tek Mona’yı elde edemiyor, diğer iki yakın arkadaşın birbirlerinden haberleri var ama ses çıkarmıyorlar, para geldiği müddetçe Hicavi’ye gidip gelebilirler. Adam birlikte porno izlediği her kadınla birlikte oluyor anladığımız kadarıyla, devletin önemli bir koltuğunu doldurduğu için maddi durumu da iyi. Mahfuz toplumdaki çürümüşlüğü anlatırken de karikatürize karakterler çiziyor, “kötü” olanlarını onulmaz dertlere salıyor, hapse düşürdükleriyle ülkeden kaçırdıkları ne yaptıklarını hiçbir zaman düşünmüyorlar, tehlikelerden habersiz gibiler, herkes ansızın ortaya çıkan bir itkiyle hareket ediyor. Tipler karakterlerden daha başarılı açıkçası, kahvede takılan yaşlı Aşmavi’nin komandoluğu oldukça gerçekçi. Devrim sırasında yaşananları diğer romanlarında anlatıyor Mahfuz, zorlukla elde ettikleri devrimi korumaya çalışan insanların yol açtıkları dehşeti de gözler önüne seriyor, Aşmavi o zamanlardan fırlayıp gelen bir tip. Zamanında kemikleri çatır çatır kırarak herkesi yola getirdiğini keyifle anlatıyor, Mısır’ın İsrail karşısındaki yenilgilerini ahlâkın ortadan kalkmasına, insanların vatanlarını sevmemelerine bağlıyor. Dümdüz bir adam olmasını pek iyi yansıtmış Mahfuz, muhafazakâr tayfanın düşünce yapısını Aşmavi vasıtasıyla veriyor. İbrahim vatanı için kendini feda eden karakter olarak şöyle bir ortaya çıkıp kayboluyor sonra, Marzuk’un film çekimleri sırasında vatanı korumak için bombalar altında savaşmanın film çekmeye benzemediğini söyleyerek işinin önemini dile getiriyor, sonra gözlerini kaybederek cepheden dönüyor ve âşık olduğu kadınla mutlu mesut yaşamını sürdürüyor. Aşkın gücü. Kızgınlıktan ilişkisini bitirip başkasıyla evlenen, pişman olup tekrar âşık olduğu insana dönen karakterler çıkıyor ara ara, basit zihin yapıları yadırgatıyor. Kuşak farkının yol açtığı çatışmalar da var, saf Mısır milliyetçisi olan 1919 kuşağına ait babanın vatan fikriyle oğlununki arasında dağlar kadar fark olunca vatan savunması konusunda kimden yardım alınacağı mevzusu tartışmaya sebep oluyor, bir taraf sırtını ABD’ye yaslamak isterken diğer taraf Rus yardımlarını dört gözle bekliyor. Mısır’da yaşamak istemeyenler Kanada’ya veya ABD’ye göç etmek için gün sayıyorlar, gidemeseler de gitme fikriyle bir şekilde avunuyorlar sonuçta. Anlatı boyunca pek çok şey oluyor, herkes bir yerlere savruluyor ama istikamet o kadar belli ki karakterlerin öngörülebilirliği can sıkıcı olmaya başlıyor bir süre sonra, tiyatro sahnesindelermiş gibi hareket ettikleri için anlatıyı da bayağılaştırıyorlar.
Eh, Mahfuz okumaya başlamak için iyi bir metin değil bu, hayranları keyif alır ama Mahfuz edebiyatında çıtayı düşürüyor. Karnak Kafe çok daha iyiydi örneğin, Hırsız ve Köpekler harikaydı, Yağmurda Aşk orta karar bir metin. Ayça Çınaroğlu çevirmiş, hoş bir çeviri. Yayınevi Kırmızı Kedi, iyi bir yayınevi. Kitap aşağı yukarı 152 sayfa, şahane. Hayat süper. Böyle.
Cevap yaz