Hikâyeyi bilince anlatması zor. Önceden de zordu, tutkunun dile getirilme biçimi bir tür özlemle doluysa şimdi kaç tür özlemle, yani okurken daha, üzülmekten okuyamadım önce, bir kenara koydum. Okumamı isterdi, öyle düşünüp okuyabildim. “Annemin anısına, gelinine” ithafı yaktı bir, daha yeni başlıyoruz. “Kamyon” dayıyla yeğenin anlatısı, dayının ağzından, bir sonraki yeğenin. Önce buraya dönüşün hikâyesi, anlatıcı uzun zamandır başka bir ülkedeymiş, oradayken rahatlığına istediği kadar tutunabiliyormuş, hani canı sıkılsa, yolunda gitmeyen bir şeyler olsa, çevreyle uyuşamasa, insanını özlese, sokağına dönmek istese ansızın, gördüğü bulutu sevdiklerinin de görmesini istese, sevdiğiyle soldursa yakınlığını, yabancılığa yaslanıp her şeyi bastırıverirmiş, bunun rahatlığı. Bambaşkaymış her şey o zaman da dönmüş, bir başkasına evirmiş oradakini, kendinden bilmeye devam ediyor yine. “Uzun süren ateşli bir hastalıktan yeni kalkmış gibiyim şimdi. Birçok şeye yeniden başlamam gerekiyor. Yürümeyi bile sanki yeniden mi öğrenmek zorundayım, öyleye benziyor. Üstelik, hiç de kolay oluyor değil.” (s. 1) Kolay olmamasıyla kolay oluyor olmaması arasındaki fark küçücük bir çatlakla koca bir gedik arasındaki kadar, çatlağın gedikleşmesine dek geçecek zamanın acısı var o değillemede. İşte, yeğeni yardımcı oluyormuş anlatıcının, birlikte çıkıyorlarmış evden, kentin gürültüsü ve insanların davranışlarına tekrar alışana kadar yeğenin yakınlığı dayanak. Şimdi bir kez daha üzüldüm, bu yeğen o fotoğraftaki yakışıklı adam mı, İngiltere’ye giden, hayatını anlattığı sırada Tosuner’in gözlerini dolduran? Öykülerde kalanlar. “Yakışıklı” diyor anlatıcı, ilk dediğinde çocuk bir bakıyor, kimse ona öyle dememiş. Ağır ağır gidiyor, koşa koşa geliyor, sigarayı yakan dayısının kibritine üflüyor. Alışkanlık olacak. An parçaları: çocuk bir kez daha söyletir, dayısının koyduğu adı diğerleri de benimser, adı artık Yakışıklı. “Altı yaşındaysa da, Türkçeyi Başbakanımızdan daha güzel konuşuyor.” (s. 3) Tosuner araya tutturuveriyor eleştirilerini, düşürmüyor. Yakışıklı elinde resimli bir dergiyle geliyor, bir şeyi gösterip onun öyküsünü anlatmasını istiyor dayısından, anlatıcı yıllardır “hikâye” yazmaya özendiği için utanıyor. Çocuk dayısına çekmese bari, adam olsa. Dayının düşüncesi. Sigara içmeyecekmiş Yakışıklı, belki kamyon şoförü olur çünkü oyuncak bir kamyon getirmiş dayısı, çocuk arzusu. Herkes onları baba-oğul sanıyormuş ama yaşlanmak istiyormuş anlatıcı, o zaman dede-torun sanabilirler. Bıyıkları da düzelttiriyor Yakışıklı, sakalları kestiriyor, dayısının yaşamına bacaktan girdi, yüze vardı. Aptal insanlarla yüzleşecekler de bitecek bu öykü, sokakta yürürlerken yanlarından geçen iki kadından biri diğerine kambura bakmasını söyleyecek, evlenmiş de çocuğu olmuş! Dayının dalgaya vurması, çocuğun daha da vurması matrak, kadın yediği lafla kalıyor öyle. Tosuner’in kesikli cümleleri sonraki öykülerde, şimdilik kısalar var. Sözcükler daha bütün, parçalanacaklar. Anlatı daha tam, iki üç çizgili değil. “Dayım Balon Olmuş…” ilkiyle aynı noktada, Yakışıklı anlatıyor. “Şubat ayında hiç böyle hava olur muymuş, ortalık günlük güneşlik… Herkes sanki sokaklarda. Bir kalabalık.. bir kalabalık.. sanki bayram var. Sanki bayram var da, askerlerin geçmesini bekliyor herkes.” (s. 7) İki noktayla cümle bitmez, bir de öykü 1977’den önce yazılmış, askerlerin geçişini izler gibi şen insanlar, birkaç yıl sonra neler olacak. Yine an parçaları: Yakışıklı sabahçıymış, öğlen eve gelince dayısını görüyor, nerede kalmış da koşmaca oynuyormuş. Dayısına koşmaca oynayıp oynamadığını soracakmış da son anda sormamış, annesine dayısının neden öyle olduğunu sorunca susturmuş annesi, hele dayısına hiç sormamalıymış. Yürüyüşe çıkacaklar, Yakışıklı hiçbir şey istememeliymiş dayısından, parası yoksa dert edermiş. Yakışıklı için ne zor, balon görse isteyemeyecek. İsteyecek, alıyorlar balonu, mavi. Balona verilen para yazık olmazmış, dayının dedesi mutlaka pazarlık edermiş ama baloncuyla pazarlık edilmez miymiş, dayının dediklerini hemen anlıyor Yakışıklı. “Sonra.. sonra bir de bakıyorum ki.. balonum.. dayım şey ya.. dayımın sırtı balon gibi ya.. balonum.. balonum dayım olmuş.. dayım balon olmuş.. uçuyor.. uçuyor.. uçuyor…” (s. 11) Dayı elinden daha sıkı tutuyor Yakışıklı’nın, uçmuyor da gökyüzüne karışmaya giden mavi balonu izliyor yeğeniyle birlikte. Pahalı değil, uçup giden balonu izlemek için iki buçuk lira çok mu? Ama ikincisi çok, almıyorlar başka, nokta.
“Necati Tosuner Sokağı” için söylenecek şey: Aydede ile konuşmalar her şeye şahit olanla bir sağlama çabası, olanların başka türlü olamayacağına dair. Anlatıcının utana sıkıla kahve içmeye çağırdığı kadınla yürüyüşü, varışı heyecan dolu, her şey yolunda, anlatıcı sokağın adını görünce duruyor bir. O sokak bir kurmacanın gerçeğe varamayacağını gösterir. Bir yere kadar varır, birlikte kahve de içerler, el ele de tutuşurlar ama Aydede’ye seslenişte bir bulut girer araya, kadının dudaklarından gelen ıslaklığı düşürür aslında. İmgeli dil, iki öge arasında köprü kurmadan ikisi de hedefsiz, anlamdaş değil gibi görünüyor, kurmalı. Gelmek istemediğim yere de geldim artık, geçemiyorum, o evi, gidip gelen suyu, yakılacak sobayı ve dökülecek külü, daha da önemlisi o bitimsiz sevgiyi görmeli tekrar. Tosuner’in üslubu pörtlüyor bu öyküyle birlikte, sayfanın başından sonuna incecik kuleler, ortada veya sağda dahi solda. Kan var bir de, anlatıcının sol eli kanıyor, on gündür. Yirmi yıl yaşamak istiyor üstüne, eşi mi o, konuşmalarında anlatıyor işte yirmi yıl boyunca yapacaklarını. “Yalnız kalmadan. Hiç yalnız kalmadan. O eski yalnızlığımızı arada bir özleyerek belki. Belki unutmuşluğumuza kendimizi inandırır gibi olarak.” (s. 30) Kan unutulur, gündelik sorunlara, mesela sobaya gelir sıra, ev soğuk değilse de anlatıcının eşi gece soğuyacağını söyler. Paralel ilerleyen anlatı çizgisinde kanın ilk, beşinci, artık kaçıncıysa akışının halleri vardır, hepsi telaş dolu. Kanın nedeni, eşin korkusu, yirmi yıl daha yaşama isteği. Burada da köprü var, yirmi yıl buradan geliyor ama asıl geliş başka yerden, asıl burukluk buradan: Herkes soruyormuş, herkes bekliyormuş, kan geldikçe sorular artıyormuş. Çocukları olmayacak mı? Keskin dönüş, meselenin ansızın açığa çıkması, kanın uzuvlardan geçerek asıl konuya damlaması Tosuner’in icadı, yörüngeyi o kadar geniş çiziyor ki varılacak noktaya gelene dek hikâyeyi genişlete genişlete dolduruyor, boşluk bırakmıyor. Sobası, doktoru, evi, kesik suyu, her şeyi o kanın akmasının ve akmamasının anlamına çıkıyor. “22 Nisan” da benzer bir yapıda, doğmamış çocuğa ad biçmekle başlıyor: Mahire. Babaanneye verilen söz tutuldu böylece, Mahire hiçbir zaman doğmayacak bir çocuk olsa da kuş kafesinin tellerinde gezdirebiliyor parmaklarını, her 23 Nisan’da biraz daha büyüyor, törene geç kalıyor. “Annenden geçti: Önce yalandan bir topuk yere, sonra kikirti.” (s. 44) Gerçekte 23 Nisan gelmiş de gazetelere bakmamayı teklif ediyor biri, diğeri öğretmenler odasında ne konuşulduğunu anlatacakken biri susturuyor, çocuklarının olmaması sanıyorum. Maviş kafeste dolanıyor, yarın 23 Nisan.
Sonraki öykülerde çap daha da büyüyor, işin içine Ankara, teyzeler, balıkçı krallar giriyor. Yağmurlu havalarda iki buçuk papele karşıya adam geçirirlermiş, ayaklar ıslanmasın. Sobalarda portakal sandıkları yakıyor anlatıcı, nereden bulduğunun önemini anlatıcının eşi biliyor. Yağmur yüzünden tıpır tıpır camlar, hiçbir şey göstermiyor. Yayınevi sahipleri bakanlığa gidip kâğıt isteyecekler, alamazlar. Öyküye girdiler ama, çocuk da girdi, eş de girdi, dayı, Yakışıklı. Ölümsüzler artık. Kâğıt kadar yaşayacaklar, harfler kadar.
Cevap yaz