Nadir Nadi yaslamış sırtını rejime, koltuğu da peklemiş, tatlı tatlı giydiriyor. Belediye başkanı, vali, otobüs şoförü, vatandaş, dilenci, kim varsa bir iğnesini yemiştir Nadi’nin, böyle bir eleştirel özgürlüğü dünya görmemiştir. Refik Halid Karay’ın yazıları olmasa inanacağız, aynı yıllarda kalem oynatan bu iki muharririn ele aldıkları meseleler karşılaştırılsa ilginç bir tablo çıkardı ortaya. Mesela Nadi’ye göre gazetecilerimiz cahil, yurt dışında nelerin olup bittiğinden haberleri yok, haberi olanlar da zahmet edip yazmıyorlar, halkı bilinçlendirmiyorlar. Avrupa’da kıyamet kopuyor, kimse savaş hakkında bir şey yazmıyor, olacak iş mi? Olacak iş, Karay’a baktığımızda sebebini anlıyoruz: ümüğü sıkarlar hemen. Görünürde bir şey yok, arkada devletin eli bir yerlere uzanıp resmî ideolojiye, politik vaziyete göre şekil veriyor basına, besbelli. Bu yüzden belediyeciliğe, tarihî meselelere -temkinle tabii- sarıyor yazarlar, sokaktaki çöplerden, lokantaların halinden bahsediyorlar, kimsenin savaşı yazmaya maçası yemiyor. Karay’ın hiç yemiyor çünkü kaç defa sürgüne gönderilmiş, o topun altına girmez bir daha. Gerçi gazetecileri o da eleştiriyor ama bilgisizliklerinden, yazmadıklarından değil. Bir de o dönemin öcüleri var tabii, dava edilen, kapatılan dergilerden, toplatılan sayılardan, Allah Allah, kimse bahsetmiyor çünkü bugün onlara, yarın bunlara. Ama özgürlük ve bağımsızlık, çiçek böcek ülkemiz. Vallahi şizoid bu devlet, insanların kafayı rahatlıkla yemesi gayet anlaşılır.
Söylenenlere göre Nadir “Nazi” babası Yunus Nadi’yle birlikte Almanları desteklemiş İkinci Dünya Savaşı’nda, bilgim yok, bu kitaptaki yazıların bir kısmı “dövüşmeyin be oğlum” ve “yaşa Fransa” şeklinde özetlenebilir. “Paylaşım savaşı” fikri de öne çıkıyor, Nadi’ye göre Almanlar her şeyi almak istemişler, karşı taraf hiçbir şey vermek istememiş, tarafların iddialarına da kulak asmamak lazımmış. “Yaralanan masum milletlerin kanına bakarak, yarınki dünyayı, murahiblerden hiçbirinin tasavvuruna uymayan bir şekilde görüyoruz.” (s. 86) Bilgi ve fotoğraf bombardımanına maruz kaldıkça hislerin kaybolduğundan bahsediyor Nadi, tamamen yıkılmış şehirler başlarda dehşetle karşılansa da sonraları gündelik yaşamın bir parçası haline gelmiş, insan kayıtsızmış artık, uyuşmuş. “Leon Blum” adlı yazı Nadi’nin hem gomanist düşmanlığını hem de totaliter devlet yanlılığını gösterdiği için mühim. Nadi bir haber okumuş, Fransa’nın Almanya’ya ödediği haraç yüzlerce milyon İngiliz lirası. “At suratlı”, “meşum” Leon Blum gelmiş Nadi’nin aklına, bu tıynetsiz adam Maginot Hattı için yapılacak harcamanın artırılmasını reddetmiş, oraya gidecek paranın sosyal işlere sarf edilmesi gerektiğini söyleyerek “adi demagoji oyunları” yapmış arkadaşlarıyla birlikte. Nadi bu adamı 1936’da Cenevre’de dinlemiş, Milletler Cemiyeti’ndeki konuşması hislere yönelikmiş, mantığa değil. “Zaten natıkası sayesinde değil midir ki ‘Size cennet vadediyorum! Hepinizi saadete garkedeceğim!’ diyerek geniş işçi kütlelerinin reyini kazanarak Fransanın başına geçmiş ve Almanya bütün fabrikalarını yirmi dört saat çalıştırarak harıl harıl silâhlanırken, o, ilk icraat olarak Fransada mesai saatlerini kırk sekizden kırka indirmişti.” (s. 100) Nadi bu adamın nerede olduğunu bilmediğini söylüyor, kapağı ABD’ye atmış olabileceğinden kuşkulanıyor. Hapisteydi o sıra, Pétain sağ olsun. Yani Leviathan resmen sırıtıyor bir yerlerden, ellerini ovuşturuyor. Nadi diplomasinin ne olduğunu bilmiyor değil, Maginot’nun ne kadar kötü bir savunma sistemi olduğunu zaten önceki yazılarında detaylarıyla anlatmış ve stratejik faciaya yol açanları bir temiz kınamıştı, ey? Blum ne yazık ki çok kötü bir zamanda seçilmiş, keşke dünyanın daha az delirdiği bir döneme denk gelseymiş de cenneti gösterebilseymiş. “Bir Üstad Din Değiştirdi” çok matrak, Hüseyin Cahit Yalçın’a ateş ediliyor resmen. Ağaoğlu Ahmed’in ölümünden sonra liberalizm bayrağını devrettikten sonra saçmalığı sürdüren üstad dinini terk etmiş, Adam Smith’in modası geçmiş fikirlerini çöpe atmıştır, eh, o zaman “altı ok” yoldaşı olsundur, bir karış bile ayrılmasındır oklardan. Yeni Türk rejiminin çocukları sükunla bakar olaylara, üstad da öyle yapmalıdır. Göz kanatıyorum ama kitaptaki imlâyı olduğu gibi aktarmam lazım, hoşluk. Georgette Gargyll’in kahramanlığı var sırada, hemşirelik yapan Georgette fırtına yaklaşınca hemen araca binip kafileyle birlikte yola koyulmuş ama Almanlar yetişip birkaç askeri yaralamışlar, Georgette arabayı durdurup hemen askerlerin yanına koşmuş ve müdahale etmiş. İşte bu yüce gönüllü halk, cemiyet sevgisi Fransa’yı kurtaracakmış, kutluyor Nadi. Çok ilginç adam, Marksizm düşmanlığı öyle seviyelere varmış ki saçmalamaktan bir an geri kalmıyor. İşte, 1848’de hükümete karşı çıkan adamlar cennete kavuşacaklarını söylemişler, 1870’te ve 1900’de de aynı şeyleri söylemişler, 1914’ten 1918’e kadar bu cennetin planları çizilmiş ve “kıtır kıtır kesilen on milyon insanın kanından harç bile hazırlanmış”. Safsatanın böylesini kafası çalışan bir adam kurabilirdi tabii, bağdaştırmaya dikiz. Komik adam Nadir Nadi, çok uzaktan bakınca.
Sokağın anlatıldığı yazılar pek hoş, 1940’ların İstanbul’unu görmek isteyenler için birebir. Ben bu manzara için okumaya başlamıştım, mevzu bambaşka yerlere gitti de sırf bu ilk bölüm için okunur bu metin. Gerçi Ecinniler‘de çıkacak Zambra röportajını okudum da, her şeyi bitirmemeye biraz daha yaklaştım. Zambra gençliğinde eline aldığı her metni bitirdiğini ama artık bu huyundan vazgeçtiğini, zamanının azaldığını söylüyor. Yaşı kırk yedi. Çok okuyor ama tam okumuyor artık. Ben bu düzeye varmayı bekleyeceğim biraz daha, zamanım yok ama var. Evet, sokakta gürültü var, her yerden çank çonk çlink ha hu sesler geliyor, kafa şişiyor. “Bob-stil grup” dolanıyor ortalıkta, sataşma sözü: “Behey mister bana bak! Kelleni heybene tak!” Bayılıyorum şöyle saçma sapan sözlere ya, o zamanlar korkutucuymuş, belli ama buradan bakınca absürt, komik. Bir filozof kafa ütülüyor kahvede, köpekler havlıyor. Ha, bu köpekleri bir ara itlaf etmişler, adanın tekine atmışlar da ne güzel olmuş, keşke yine bir çözüm bulsalarmış çünkü sayıları çok artmış! Hele çocuklar! Her yerde terör estirmeye başlamışlar, felaketmiş. Pislik içinde yaşayan, dilencilik ve sinyalcilik yapan çocuklar da şehrin büyük problemlerinden biriymiş, devlet el atsınmış mevzuya. Böyle devlet devlet diye ağlıyorsun işte Nadi Bey, o pek sevdiğin hayt huyt efendilerin çözse ya şu mevzuyu. Söyle, işçiye haklarını da versinler, canı çıkmış “yanık yüzlü Anadolu çocukları”nın paydos etmeleri için beklemeleri gereken sekiz dakikayı diline doluyorsun, terakki için hayvan gibi çalışmak gerektiğini söylüyorsun, sonra gayreti artırmamız gerektiğinden dem vuruyorsun. İstemsizce sinirleniyorum, kanını tatlı tatlı emiyor insanların Nadi, hani “amele” deyip geçtiklerini bir güzelliyor yazılarında, inanılmaz kaypak. Bir yoğurtçu varmış, onu gönülden destekliyor ama. Her gün bembeyaz giyinirmiş bu adam, bağırmasına gerek yokmuş çünkü giyimiyle geldiğini haber verirmiş (?) ve mahalleliyi sıraya dizermiş. İşte herkes bu şevkle, bu biçimde çalışmalıymış ki ülkemiz kalkınsın. Herkes işine aşkla sarılsın ki uçalım, çok acayip yerlere gelelim.
Liberal gömüşüyle bitireyim. “Liberal adam muza benzer: hangi niyete yenirse odur.” (s. 39) Solda ve sağda barınamaz, ortanın sağında ve solunda yer alır ki bir taraf diğerini devirmeye kalktığında hemen güçsüzden yana olabilsin, böylece düzen bozulmasın. Savaş zamanı İtalya’da, Almanya’da, İspanya’da, istediği yerde elini kolunu sallaya sallaya dolaşabilir çünkü liberaldir, akarı kokarı yoktur, kullanışlı aptaldır.
Nadir Nadi matbuatımızda önemli bir isim, meraklısı baksın.
Cevap yaz