Alzheimer sadece kronolojiyi mahvetmekle yetinip sentaksı eğip bükmez mi, şimdisini bir anlığına diğer herkesin şimdisiyle eşlediği söylenen Fehime’nin diğer şimdilerinde televizyon izlediğini bilmesi herkesin şimdisine dahil değil mi, serbest dolaylı anlatıcının bilinci Fehime’nin bilişsel arızalarını olabildiğince mantıklı, anlaşılabilir hale getiriyor diyelim, boca edilmiş lirizm kendi eseri mi yoksa Fehime’nin şairliğinden mi, tekrarlana tekrarlana kafaya çivi gibi çakılan imgelerin dışında yenice bir algılayış, imgeleyiş yok mu yaşamda, geçmiş ve gelecekle bağlantısız bir şimdiye hapsolduğu söylenen Fehime’nin geçmişe erişebilmesi travmalardan başka hiçbir noktaya, örneğin geleceğe erişememesine neden olur mu, böyle sorular. Tipik bir hastayla yıllar boyunca yaşadım çünkü, hani kurgu her şeyi affettirir ama eksiği kapamaz. Ne ola, metindeki bütün diyalogları, monologları, tasvirleri, her şeyin taşıdığı tek sesliliği bu hastalığa bağladığımızda sorun yok da Alzheimer çok tuhaf bir hale getiriyor insanı, Fehime’de bu renk yok. Kapkara bir kadın, acı ve unutuşun peşinde. Tercihtir, sadece canavar gibi genişleyebilecek bir karakterin tek boyuta sıkıştırılmasına itirazım. Daha çok Doğu’nun bitmek bilmeyen çatışmalarına odaklanan bir metin olduğu için -İplikçi önsözünde ABD’nin Irak’ı işgali sırasında yazmaya karar verdiğini söylüyor bu metni, aklında Türkiye’nin belleği varmış- Fehime dışındaki karakterleri sisler içinde görebiliyoruz ancak, Fehime’nin torunu Şerif’in Numen (ABD) eyaletlerinden yazdığı mektubu Fehime’nin muhtemelen okuduğunu biliyoruz, diğer torun Ayla bu yüzden ninesi Fehime’yi suçluyor da okuduğumuz kadarıyla o mektup Şerif’in elinden çıktığı haliyle kalmıyor, Fehime’nin bilincinde eğilip bükülüyor, yaşlı kadının sesini taşımasından bunu anlıyorum. Onca detayı taşımasından ne anlamalıyım bilmiyorum ama Batı’da Doğulu olmanın yine araya dereye sokuşturulmasına hiç şaşırmadım, İplikçi bunu illa bir yere kakıyor, bu kez sıra Şerif’te. Bir sayfa boyunca bizdeki “gece gündüz” ve onlardaki day and night deyişlerinin kültürel, ekonomik, siyasi farklarından bahsediyor Şerif, müthiş didaktik. “Onlar önce aydınlığa bakarlar, aydınlıkta yaşarlar, sonra da izlemeye başlarlar geceyi. Bu sıraya koşullanmışlar. Bizimkisiyse önce kâbustur, sonra şafak söker ve aydınlık başlar. Kim duygusal burada? Bence iki taraf da… Yalnız bizimkisi körü körüne bir duygusallık sanki.” (s. 137) Ötekilik, polisin tebelleş olması, Amerika’da bir Ortadoğulu olmak yıllardır görüşülmeyen, acılarla dolu bir tarihin paydaşı olan kardeşe yazılacak esas meseleler mi bilmem, eksik kalmasın diye konmuş gibi duruyor. Corvette olayı var bir de, paramparça anlatının, tarihin bir noktasına azıcık odaklanan bir bölümde görüyoruz, Şerif ve iki saz arkadaşı bölgenin kodamanının üzerine titrediği Corvette’ini kaçırıyorlar, bir kız çocuğunu ezdikten sonra aracı çarpıp pert ediyorlar. Kodaman Kamran’ın havalı oğlu Korat, polisin yeterince “işleyemeyeceğini” düşünüyor çocukları, hemen bir komünistlik uyduruyor, kaçanı tutamıyorlar ama Seyid’le Şerif’i merkeze çekiyorlar, tecavüz, dayak, işkence, sonra birini salıyorlar. Şerif iki can taşıdığını biliyor artık, arkadaşının ölümü pahasına yaşadığını, bu durumda aracı bozulduğu zaman ödünç verilen Corvette’i görünce “Tesadüfün böylesi!” diyerek mevzuyu geçiştirmesi, araçla turlaması ne ölçüde mantıklı bilemedim, madem noktaları eğri büğrü çizgilerle birleştirerek travma resmi çıkarıyoruz ortaya, Şerif’inki de belirseydi iyiydi çünkü her karakterin göç yüzünden kesin bir yarası var, diğerleri bonus, Şerif kardeş bir mektupla kaldı öyle. Karakterler arasındaki denge de pek gözetilmemiş gibi duruyor, önsözde İplikçi bu metnin ilk halini bayağı bir değiştirdiğini, şişkinliğe yol açan karakterleri çıkardığını söylüyor ama Fehime’nin kaldırıldığı hastanedeki hemşireler de şişik açıkçası, onlardan alıp torunlara, çocuklara verse süpermiş. Hikâyeyi baştan anlatıp herkesi ortaya dökeyim diyeceğim, epizodik anlatının kronolojisi aşırı dağınık olduğu için piyasaya kim çıkarsa onu araya sıkıştırayım artık.
“İlk Önce Sen Vardın Şerif”in klip çekimi, ev ve manolyalar bir haftadır işgal altında, Fehime’nin yazdığı şiirlerden şarkı sadece bir sanat eseri değil, ailenin geçmişini somutlayan bir belge. Semboller kullanılıyor, örneğin uçurtma, örneğin manolya, hepsinin geçmişten fırlayıp geldiğini göreceğiz. Şerif rica etmiş, Bedia’yı evlilikten soğutup kaçırtan Şükrü ilgileniyor kliple, Yelkovankuşu Malikânesi’nin kaydı. Fehime’nin elinde aile fotoğrafı: eşi Halil, damadı Emir ve kızı Meryem, torunlar Şerif, Bedia, Ayla. Saçma: sonlara doğru Fehime’nin on altı yaşında evlendiğini görüyoruz, evlatlık verildiği Işık Anne hemen everiyor kızı, düğün dernek, sonra gerdeği beklerken yanında oturan dededen damadı getirmesini istiyor Fehime, meğer damat dedeymiş. Halil çok yaşlı yani, bu durumda torunlarını görecek kadar nasıl yaşayabilir? Elbette Fehime’nin Alzheimer’ıyla, bilincin çorbaya döndüğü noktada mantığı rafa kaldırabiliriz. Neyse, Fehime kalp krizi geçirince hemen hastaneye kaldırılıyor, bakımına özen gösterilecek çünkü Ayla hastanenin eski çalışanı, üstelik belediye başkanlığına adaylığını koymuş, yükselecek. Kınalı’yla Şeytan nam bakıcıların küçük çeperlerinde hikâyeler dolanıyor ama o kadar mühim değiller, Şeytan’ın Kamran’la hısım olması dahi varlığını makul kılmıyor. Fehime’nin hikâyesi şu, bir zamanlar mutlu mesut yaşıyordu, küçücük bir kızdı, askerlerin yakıp yıktığı köyden babasının yardımıyla kaçtı. Fareleri takip etmesini söyledi babası, fareler nereye gittiğini bilir, yaşamak için elinden geleni yapar. Babasını dinleyen Fehime -Feride, pardon, ilk hayatındaki adı Feride- kurtulur, evlat edinilir, gerisi malum. İplikçi’nin bağlama biçimleri son derece kuvvetli, takdir edilesi, bu fare vakası üzerinden Bedia’nın hafızayla ilgili akademik araştırmaları nineyle torun arasındaki genetik aktarımı mantıklı hale getiriyor Bedia’nın gözünde. Kobay olarak kullanılan farelerin genetiğiyle oynayan Bedia yaptığı araştırmaları Dimitri’ye, kendisiyle röportaj yapan genç bir gazeteciye anlatıyor, sonuçlara göre başka farelerin davranış örüntüleri aktarılan RNA’yla birlikte hedef farede de ortaya çıkıyor, o zaman Bedia’nın da kaçıp Şükrü’yü dehlemesi, hatta bütün ailesini geride bırakması doğal. Bir de televizyon bahsi var, Fehime hastanede televizyon izlerken programdakilerle konuşmaya başlıyor, geçmişini anlatırken hüzünlü bir anıya geldiğinde kanalı değiştirmesi, hüzünlü bir şey izlemesi gerektiğini söylüyor, şahane buluş ama yine sokuyor araya bu Üçüncü Dünya muhabbetini, Dimitri aşkını ilan ederken Bedia tam bir bilim insanı gibi cevap veriyor, alakasız, öğreticiliğini hiç bozmayıp uyumsuz insanlar olduklarını, dünyanın bokunda boğulduklarını falan söylüyor, aşkı meşki zerre sallamıyor. Robotik bu karakterler ya, İplikçi bir avazda düşüncelerini döktürüyor onlara, sanki sosyal yaşamın normali buymuş gibi. Her an sahnedeler, her an oynuyorlar oysa, bu yüzden anlatı sürekli tepikliyor da zorla tutunmaya çalışıyorum gibi hissediyorum İplikçi’nin bu tür metinlerini okurken. Öykülerde yok bu mesela, giz kıvamında, her şey röh diye dökülmüyor ortaya, zamansal karmaşayı gizden saymıyorum tabii. İplikçi’nin öyküleri ne kadar iyiyse romanları o kadar kötü geliyor bana. Evet, araba olayından sonra yangın çıkar ne yazık ki, Şerif’in babasıyla dedesi bu yangın yüzünden ölürler, adeta kan davası doğar aileler arasında. Yelkovankuşu’na da göz koyan Kamran’la Korat’ı engellemek için başkanlığa adaylığını koymuştur belki Ayla, devletin gücünü arkasına alarak savaşmak ister, yoksa bu küçük ağaların yapabileceklerinin sınırı yoktur. Sonuçta aile dağınık, acılar çekilip tüketilmiş, bir Fehime hatırlıyor da yaşatıyor zihninde sevdiklerini. Bir süre sonra o da kaybolacak, geriye kliple fotoğraftan başka hiçbir şey kalmamasıya.
Cevap yaz