Monika Maron – Acayip Bir Başlangıç

Johanna’nın kapıldığı nahoş duygu Maron’un anlatıcılarının katalizörü diyelim, yaşamlarının dönüm noktalarından birinde ortaya çıkıyor, anlatı zamanı için bir sabit oluşturmasa da anlatılan, anlatılacak zamanları belirliyor. Ters çan çiçeklerinin -adını bilmiyorum çiçeğin, Kudret’e ters çan çiçeğinin fotoğrafını gönderdiğimde çanların zaten yere baktığını söylemişti ama ben çiçekleri gözeterek öyle demiştim, çiçekler göğe bakardı, çanlar bakmazdı, Kudret’in veya benim haklı olmamın çan çiçeğinin tersliği veya düzlüğüyle hiçbir ilgisi yoktu, ben anlatacağım şeyi o çiçeğin varlığından yola çıkarak biçimlemiştim- varlığından yola çıkarak biçimlediğim bir kırık hikâye çizgisiyle sokağın ortasının çökmesinden yola çıkarak biçimlediğim arasında uçurum vardır, sesim değişir, nirengim bambaşkadır, dolayısıyla Johanna’nın anlatmaya başladığı zamanı önemli buluyorum çünkü üzerinde o kadar duruyor ki hikâyesinin temelini atıyor adeta. Şöyle, sonbahar geldiği zaman rahatladığını üç yıl önce fark etmiş, belki ondan önceki yıl, hatta daha evvelki yıl da öyleydi ama bir şeylerin değiştiğini bir şeylerin değişmesi durmadan anlayamadığı için fark edememiş tam. Sonuçta yazla vedalaşmasını sancı gibi algıladığı son zaman o, bu duyguya kapılmadığı son yaz Basekow’da, hikâyesini anlatmaya başladığı yerde geçirdiği ilk yaz, on üç yıl öncesi anlatı zamanını düşününce. Irene’nin öldüğü yaz. Biraz uzunca tutuyor Johanna, arkadaşıyla paylaştığı geçmişinden gençliğinin son yazına geldiğini fark etmek sarsıcı. Diye düşünürken Maron’un metinlerini kıymetli kılanın tam da bu olduğunu fark ettim, yani zamanın algılanışını, kişinin kendi yarattığı zamansallığı pek az yazar ustalıkla ele alıyor, kurguyu da aynı ustalıkla çatıyor. Uzak zamanları diyalogla doldurmuyor da hafızanın bulanıklaştırdığı izlenimlere indirgiyor, yakın geçmişi anlatırken konuşmalara yer veriyor, zihince daha az işlenmiş ayrıntıları olduğu gibi aktarıyor, maharettir bu. Yaşamın kişilere, konuşmalara, duygulara ayrışması, tek bir nahoş duygu üzerinden, tek bir nahoş duygunun patlamasıyla aydınlanan parçalar.

Ölümünden önce görüşmek istemiş Irene, bir tek Johanna’yı görmek istemiş, olmamış. İlkokuldan ve liseden arkadaşlar, sonra Slav dilleri ve edebiyatı okumuş Irene. Bedeninin üst kısmı on santim kadar kısa, kolları dizlerine kadar iniyor, ortopedik ayakkabılar giyiyor. Annesiyle birlikte oturuyormuş hâlâ, havada asılı kalan soruda bunun nedeni var ama sormuyor Johanna, kırklı yaşlarına geldikleri sırada son kez görüştüklerini de bilmiyorlar. Bazı şeyleri son kez yaptığımızı nasıl bilebiliriz, yaşamın bambaşka bir evresinin başladığını, başlangıçları devirlerden nasıl ayırabileceğimizi nereden anlayabiliriz, Irene’nin bir cevabı var Johanna’ya göre, belki Johanna’nın kendine verdiği cevaptır: “Irene bizlerden farklı bir hayata hazırlanması gerektiğini lisedeyken, bizler birbirimize ilk öpüşmeleri ve randevuları anlatırken, bunları asla yaşayamayacağını varsayarak onu kale bile almadığımız zamanlar anlamıştı.” (s. 9) Bir nevi idrak, Johanna’nın hikâyesi bu ânı ayırt etmekle ilgili. Slav dilleri edebiyatı çünkü devlet Slav dillerinin konuşulduğu ülkelere seyahat yasağı koymamış bir, kendisi gibi insanlar manastırlara kapanırlarmış ama Irene’nin manastırı Slav dilleriymiş, gezintiler. Tramvayda Irene’nin kardeşiyle karşılaşıyor Johanna, ne diyeceğini bilemediğinden Irene’yi soruyor. Sonrası da var, ben öncesini vereyim, hafızaya kazınacak anların kısa süreli belleği magmaya dek erdirdiğidir: “Tramvay virajı alırken, Irene’nin kız kardeşiyle ben birbirimize doğru savrulduk, öfkeli bakışı beni teğet geçti ama sesinde birikmiş bir öfke titreşiyordu: Haberin yok mu, diye tısladı, Irene öldü.” (s. 11) Buna kardeşin adını anmamasını da ekleyelim Johanna’nın, elbet zamanında biliyordu ama artık hatırlamadığı için, kazınan bir ölüm olduğundan yani, hele kardeşe göre Irene’nin en iyi arkadaşı Johanna’yken, sessiz suçlamanın ağırlığıyla. Yükü hissetmemek elde değil, Johanna durumu tespit etmekten öte gitmiyor, o da yarım yamalak çünkü dayanılacak gibi değil onca acıyı düşününce. Batı’ya gittiğini söylediklerini canlandırıyor gözünde, Irene en iyi arkadaşının özgürlükler diyarına geçtiğini öğrenince ne düşünmüştür, ayrı yük. Buraya kadar geçmişten kurtulamadık, üstelik hikâyenin başındayız ama Johanna’yı tanımak, anlatımı hakkında fikir sahibi olmak için elde yeterince veri birikti, zaten sahneyi dank diye değiştirmeye Irene’nin hikâyesinden sonra başlıyor Johanna. Achim’e anlatıp anlatmadığını bilmiyor arkadaşını, anlatmışsa elden kaçan kutsallıktan dem vuran Achim yine sırtını dönüp çalışmaya devam etmiştir. Ense sahnesi. İlerlerde bir yerde, Johanna’nın eşine duyduğu kırgınlığın somutlanması. Mektupta da yazacak, keşke sırtını dönmese. Achim bir alışkanlığı sürdürüyor, zamanında saatlerce konuşurlar, okuduklarından, izlediklerinden bahsederlerdi. Herkese olan şey onlara da oldu, kızları Laura evden ayrılmaya karar verince yalnız kaldılar ve bağlarının zayıfladığını fark ettiler. Achim daha çabuk kabullenmiş gibi görünüyor, aralarındaki fark bu. Yazlığa geliyor arada Achim, sevgileri tükenmiş ama birbirlerinden usanmamışlar o kadar, makul. Ayrılmıyorlar, Rus ukalası Igor’a gitmesini de söyleyemiyor Johanna bir gece, arkadaşının arkadaşından uzak durmaya çalışması kendi yalnızlığını korumak için sadece, çekindiğinden değil. Belki de çok hafif bir şeyin gürültüyle düşmesinden korktuğu içindir, yaşamı tül gibi salınmaz da çakılır olmasın diye. Ağlaması, gündelik yaşamının eylemlerinin arasına gözyaşlarını sıkıştırması, burada bir duyarsızlaşmadan bahsetmek mümkün ama Johanna’nın anlattıklarına bakınca, Duvar’ın öte tarafıyla ilişkilerini sürdürme biçimini görünce, yazdığı biyografilerin arasına deresine sıkıştırdığı şifrelerin, mesajların Duvar yıkıldıktan sonra gereksizleşmesinin acısını her şeyden daha çok duyduğunu sezdirince, eh, zamanın yonttuğu duygulanım. Anlatılacak kadar pürüzsüz. Bir şeyin pürüzlerinden kurtulduktan sonra anlatılabilir hale gelmesi, kurtulurken değil.

Biyografisini yazdığı tarihî figüre dair edindiği bilgileri ayrı bölümler halinde veriyor Johanna, kendi hikâyesiyle bağının olup olmadığı okurun ellerinden öper. Sadece iyi çalıştığını söyleyeyim, önceki biyografilerin eksik yorumlarını tamamlıyor, farklı okumalardan geliyor yaşama. Kendinden geliyor aslında, gözden kaçırmamalı. Listelemelerden de çıkarıyoruz, analitik zekâsı gelişkin Johanna’nın, yaşamını incelerken kullanıyor. Achim’in kabullenişini kaldıramaması, Laura’yla iletişim kurduğunda duygularını belli etmesi bir, baskıcılığını biraz, insandır yani, tamamen kararmış değil renkleri. Achim’in çalıştığı enstitünün kapatılması, biyografileri başka türlü kaleme alacak olması Duvar’ın yıkılmasının verdiği sevinci engellemiyor ama engelliyor da, ruhsuzluk hakim o bölümde. Achim’in babasının savaş sırasında yaşadıklarının yer aldığı bölümde de. Ruslar mekânı bastıklarında büyükbaba kendi atını vermek istemeyince vurmuşlar adamı, atı yine almışlar. Baba iki at almış kendine, kolektifleştirme sürecinde atlara el konunca yemin etmiş bir daha at almamaya, sonra yine almış. Komşu kadının köpeği birinin bacağını ısırmadan önce de kadının zor bir hayatı varmış, mutsuzluğun verdiği huysuzluktan, artık o komşu da yok. Christian P. diğer tarafta kaybolmadan önce, yirmi yıl olmuş, Achim’den başka bir onunla öpüşmüş Johanna ama aşktan değil, kadını ve erkeği yüceltmek için. Hikâyeler iç içe geçiyor, anlatıcı kendine bir yaşam yazıyor, kendi biyografisini yazsa öyle olurdu. Dışarıdan baksaydı kendine. Otobiyografiyle kendinin biyografisi, kurmaca olmayan biçimde, bunu formülleştirmişti Dennett. Kendinden yola çıkış, dünyayı deneye dönüştürerek. Dağınık değil anlatı, kadının zihnini anlayınca her şey yerli yerinde. Sözcük dağarcığı, konu serbest kalınca son durum: “O zamana kadar sadece özel alana mahsus olan sözcükleri yazılarımda kullanmam serbestti artık. Beynimin büyüdüğü, düşüncelerimin daha geniş bir uzamda devindiği duygusuna kapılıyordum bazen. Eskiden düşüncelerim çatlaklar ve boşluklar arasında kaygan yılanlar gibi sürümek zorundayken, şimdi kafatasımın altında heyecanla sağa sola uçuşuyor, artık hiçbir düzene uymak istemiyorlardı.” (s. 29)

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!