“Devoğlan”: Meftune’nin pişireceği fasulyeler Rıza’nın anasından. Torun tombalak vermedikleri için ana kızgın, kılçıklılarından yollamış fasulyeyi, bir de bahçenin bir dönümünü sattırıp parasıyla ev almak istemişler de ana iyice kızmış herhalde. Rıza’nın kardeşi Zehra söylemiş, çarşıya pazara çıkmasına gerek kalmıyormuş çünkü ana her şeyin en iyisini iki torun veren kızına yolluyormuş. Bütün bunları kısacık bir diyalog görünümlü monologdan öğreniyoruz -Rıza pek umursamıyor eşini- ve bilgi topağını lök diye yutmaya zorlanıyoruz, yuttuk. Aylardır çok da karı koca gibi değil bizimkiler, Meftune adamın kendisine bakmadığını düşünüyor fasulyeleri ayıklarken, sanki durumun farkına ilk kez varıyor. Sabah kahvaltı için mutfağa indiğinde sidik kokusunu alıyor Meftune, delleniyor, üst katta oturan Devoğlan aşağı işemiş yine, ortalık berbat. Ara sıra bahçede dolandığı oluyor, Meftune yakalıyor, eve girince her yeri kontrol ediyor, aşırılan bir şey yok. “Daha dün kapı kapı gezdirmişti sidik gölüne dönen sardunya saksılarını. Oğlanın, keyfine verilmiş deli raporu olmasa herkes bir ayar verecekti vermesine ya kimse ses edemiyordu. En çok da kocası… Rıza, tüm bunlar hiç yaşanmıyormuş gibi sessizdi. Sanki her şey Meftune’nin kafasındaydı ve o asla görmüyordu.” (s. 11) Mahallenin çocukları kapıya “Eniksiz Meftune” yazıyorlar, bebek ağlaması taklidiyle kadını delirtmeye çalışıyorlar, Meftune kocasıyla neden sevişmediklerini düşünüyor bir. Rıza’nın hayatında başka biri var besbelli, işi gereği akşamdan geceye çalışan Meftune -insanların geceleri müzik dinlemekten hoşlandıklarını, bu yüzden sesini sattığını söylemesi lazım mıydı, değildi- izin alır, evine erken döner, içeriden ohşlu mohşlu sesleri duyar. Kapıyı aralar, bir de bakar ki Rıza yatakta sardunyalarla. Değil. Falan. İpucu alıntıda kocaman. Ötesi? Yok, dank son.
“Sahibinden Satılık”: Sırrı daha iyi tutuyor bu öykü, ilkinden sonra çıtayı yükseltiyor. Gerçi taksiciye salık olarak adres verilir mi bilmem, bilgi vermek yerine salık da verilebilir ama asıl anlam gerileyip yerini bildiğimiz anlama bırakmış ya, orada bir arıza var. Anlatıcı eniştesiyle buluşmaya gidiyor bir mekana, beklerken gözlemler, enişte gelince geçmişten parçalar, sonra masanın ortasında bir mektup. Anne okuma yazma bilmezmiş, her şeyi anlatıcıya okuturmuş bir zamanlar, yıllar içinde yazmayı öğrendiğini düşünmezsek mektup başkasının elinden çıkmış demek, acı bir şey. Doğup büyüdüğü eve dönüyor anlatıcı, mektuptan çıkan tapuda annesinin adı var, bir müddet sonra kendi adı yer alacak. Evin camında satılık ilanı, annesi oğlunun daha iyi bir yerde yaşamasını istediğini yazmış mektupta, veda ziyareti oğulunki. Camda beliren adam yine bir topak atıyor önümüze, annenin başına gelenleri döküp saçıyor nedense. Sait Faik’ten bir alıntı sonra, anlatıcının aklına gelen ümmilik, son. Eh.
“Ferasetli Kuş”: Başta maç sahnesi var, mahallenin çocukları maçı çoktan ayarlamışlar da Faik’in kolu kırılınca ertelenmiş, çocuğu hakem yapmaya karar vermişler en sonunda. Çolak Faik. Arkadaşlarının takımını kayırsa da kaybediyorlar, iddiaya girdikleri için sülün avlamak zorundalar. Şimdi bu maç bölümünü direkt çıkarsak olur, tek bir cümleyle geçsek de olur çünkü mevzu kuş avlamada, çocuk bahçesine gerek yok sanıyorum. Çocukların yetişkinlerinkinden hallice konuşmalarına da, “çamurun içinde parlayan lotus çiçekleri”ne benzetilen gözlere de. Bilmiyorum, bunları ayıklamak lazım. Dağınıklığı severim, aşırı dağınık bir insanım ve metinlerim de müthiş dağınık ama böylesi değil, öyküyü de ağırlaştıran bir yüke dönmüş artık bu. “Bazı şeylerin telafisi, aslını yapmaktan daha zordu. İddialar da bu minvalde kurulurdu. Caydırıcı bir ceza yoksa kimse bir iddiayı yerine getirmek için çabalamazdı. Çocuklar da iddia söz konusu olduğunda acımasız olabiliyorlardı akranlarına karşı. Bu köyde yıllarca böyle sürüp gitmişti. Oyunlar hep büyük iddialar için oynanır, neticesinde de kimse kimseye acımazdı.” (s. 22) Hani bok yeseler falan tamam diyeceğim, çocuk bunlar, kuş avlayacaklar. Kimse daha önce avlamamış üstelik, öldürmeye dair kafada bir şey de yoktur, yani her şeyi geçtim, iddia hakkında bunca malumat neden? Aldık biz onu çoktan, üstelik kuş öldürmenin yol açacağı vicdan azabı olmadan: çocuklardan biri dedesine sülün öldürmekten bahseder, dede amanlanır, ters ters bakar, hiçbir şey söylemez, bir haftanın sonunda okul bahçesinde papara yemek üzere olan çocukların tepesinden sülün sürüsü geçer. Böyle ucube bir varlık görmüştür rüyasında esas velet, okulun önüne gelip sülünlerden birini vuran dedesinin anlattığı hikâyeyle ucubeyi birleştirir. Şıkır şıkır bir Türkçe dedeninki: “‘Hikmetin sülünde olduğunu bilirdik ama bu bilginin ona nasıl geldiğini bilmezdik. Bize anlatmasını istedik ama o anlatmaya pek yanaşmadı.’” (s. 26) Öykünün sonunda velet sülün öldürmeyerek doğru bir karar almış olmanın rahatlığını duyumsuyor, yürümeye devam ediyor. Biz de şöyle derin bir oh çekiyoruz çünkü Allah esirgeye, çok korkutucuydu her şey. Mevzu iyi, kurgu çok kötü.
“Makasla Yürümek”: Kitaptaki en iyi iki öyküden biri. Kırk günlük yas süreci bitince anlatıcı yanında taşıdığı makasla terziye gidip elbise diktirir, berbere gidip saçını sakalını kestirir, seyir boyunca anılarını derler. Hemen de anlatmaz olan biteni, hikâye ketumdur, zor açılır. Hikâyenin zor açılması, açılmaması, şöyle azıcık açılması, bol değil de az açılması iyidir, taşlarını dökmez hemen.
“Bir Kalıp”: Köyde öğretmenlik yapan genç bir kadının yaşamından kesit. Güneş Teyze candan bir insan, öğretmene evini verip analık ediyor, öğrencilerden biri öğretmenler gününde hediye veriyor, bitti. Asgari öykü.
“Ben Değil Bağrıma Bastığım Taş Kara”: Öykülerdeki karakterlerin sorununu bu öykü sayesinde anladım, ne yaşamış olurlarsa olsunlar derinleşmiyorlar, yüzeyde kalıyorlar. Anlatımda bir derinlik, olgunluk var ama insanlar faş ediyorlar hemen, akıllarını döküyorlar hikâyeye, kısa metinlere oturmuyor bu. Yurt dışına gitmeye hazırlanan bir doktorun müntehir kardeşiyle, o zamana kadarki yaşamıyla vedalaşması bu öykü, ne doktorluğa ne intihara dair bir genişlik var, yani tercihlerin bir gerekçesi yok zannediyorum, öyle denk geldiği için öyle her şey.
“Her Şeyden Önce Terziydim”: Aile tablosu. Züleyha saçlarını tarıyor, elleri hep annesinin elleriymiş gibi kullanıyor tarağı. “Böyleyken, hâlâ her gece annesinin saçlarını taradığını kim inkâr edebilirdi?” (s. 42) Her gece annesinin saçlarını taramıyor Züleyha, saçlarını annesi tarıyormuş gibi hissediyor her gece, iki sözcüğün yeri yüzünden anlam tepetaklak. Züleyha’nın babası sığırın teki, kızına görücü geleceği zaman insana benziyor ama asıl mesele Züleyha’nın annesinden utanmasında. Terzi olduğunu söylememeli annesi, ne ki dayanamayıp söylüyor, anlık bir şaşkınlıktan sonra misafirler annenin diktiği elbiseyi çok beğendiklerini söylüyorlar, utancın ağırlığı ortadan kalkıyor. Vurucu olmaya çalışıp vuramayan bir öykü. Şunu da kesip atmalı: “Omletler dışında her şey hazırdı. Onu da herkes uyanınca yapacaktı. Soğuyunca lastik gibi oluyordu. Çiğnedikçe insanın iştahı kesiliyordu.” (s. 44) Ötesi berisi yok, yüzeyin altından ilerleyip başka bir noktada ortaya çıkmıyor, sil gitsin.
“Mermer Ocağı”: Kitaptaki en iyi iki öyküden biri. Eşini ocakta kaybeden bir kadının dayanışmayla ayağa kaldırılması, zeytin yetiştirip satan kadının festival sırasında açılışı yapılan bir heykel yüzünden çökmesi. Mutludur kadın, evine ekmek götürecektir festival sayesinde, öğrenir ki ocağın sahipleri tarafından düzenlenen festival eşinin ölümüne yol açan adamın heykelinin açılışı için düzenlenmiştir sanki.
“Çerçeve ya da Senden Sonraki Yaz”: Acılar, hüzünler, aa, meğer bazı şeyler yokmuş, şizofrenmiş esas oğlan. Klişeler klişesi.
Anlatım parlıyor bazı, umut var. Başka da diyecek bir şey bulamadım, tavsiye etmem.
Cevap yaz