On öykü, öykülerin epigraflarında Pink Floyd şarkılarından bölümler yer alıyor. “Bir Yere Kadar” adlı öykü “Wish You Were Here”ın nakaratıyla başlıyor, öykünün içeriğinden bağımsız bir alıntı. Aşırı yorumlarsak anlatıcı ve Gürsel Hanım ikilisini akvaryumda yüzen iki kayıp ruha benzetebiliriz, yıllardır aynı yerde gezinip durdukları için bu da tutar ama ne şarkının ne de öykünün bağlamı tam olarak uyuşur, çıkıntılar kurguya batar ki batıyor da. Bir huzurevindeyiz, Gürsel Hanım demanstan mustarip, anlatıcı “yıllarca orada kalmaya mahkûm edilmiş bir yardımcı”. Huzurevi sakinlerini ziyarete gelmiş misafirler olarak tanıtıyor anlatıcı, Gürsel Hanım herkesin gitmesini isteyince kendisinin de gidecekler arasına katılmak istediğini görüyoruz, öykü bitiyor. İyi buluşlar var öyküde, örneğin doktor gelip tansiyon ölçmek istediğinde Gürsel Hanım huzursuzlanıyor, anlatıcı Gürsel Hanım’ın kulağına eğilip iyi bir ev sahibesi olduğu için evinde doktor da bulunduğunu söyleyerek yumuşatıyor kadını, Yenice öykülerin ortak izleklerinden gerçeklik yaratma eylemini başarıyla yerleştiriyor öyküye ama kötü son yüzünden öykü bir kurgu alıştırmasıymış gibi görünüyor. Öykülerin çoğunda böyle bir hava var, belli bir kurgu şablonundan hiç çıkılmamış, on yaşındaki bir çocukla söz gelişi seksenlik bir ihtiyar aynı üslupla konuşturulmuş. Birkaç şey daha söylenebilir, sırası geldikçe.
“Bilinmeyen Sular” ilk öykü. Anlatıcı ilk cümlede apartmanın önünde, sıralanan paragraflarla anlatı dünyasını oluşturuyor. Bu ilk cümle şablonu anlatıyı açmak için ideal bir araç gibi duruyor, her öyküde kullanılmış. Ya bir diyalog parçasıyla ya da bu tür girişlerle hikâyenin akışı başlıyor. Anlatıcı binanın yapı malzemelerini düşünüyor, kolonlar, kirişler, dik durmayı sağlayan ne varsa. Hayatı önündeki “dingin” bina gibi dimdik taşıyıp taşıyamayacağını merak ediyor. “Karavana benzetme” diyeceğim buna. Anlatıya, karaktere bir yerden ilişmeyince, akışta açımlanmayınca fazlalık haline geliyor. Devam, kapıyı anne açıyor, kadın karşısında oğlunu görünce seviniyor ve korkuyor. Evin anahtarı yok oğlanda, zamanında bırakıp çıkmış oradan. Babayla ilgili bir problem olduğunu düşünüyoruz, anne de korkunca. Gecenin bir vakti, baba selam vermiyor, yatmayı sürdürüyor. “Onu gördüğüme hem seviniyorum hem korkuyorum. Bizim için birbirimizi görmek araf demek çünkü.” (s. 15) Oğlanın düşünde buluşuyorlar, babayla oğlun uzaklığı rüyalarda ortadan kalkıyor, konuşuyorlar. Rüya fasılları başarılı, Yenice’nin sıkı icatları var, lakin gerçekliğin önemli parçaları eksik. Sabah olunca kahvaltı masasında göz göze geliyorlar, hal hatır soruluyor, sonra baba ıslık çalarak mutfaktan, sonra da evden çıkıyor. Gerginliğe dair hiçbir bilgi yok elde. Gece oluyor, yine buluşuyorlar. En sonunda rüyadayken evden çıkıyor oğlan, babasının söylediği yerdeki anahtarı alarak. İletişimsizlik esas mesele, belki de tek mesele. Planı dolduran başka bir şey yok. Düşlerin uçuculuğu ve gerçeğin yetersizliği kalıyor geride, bu kadar.
“Yamaç” bir fotoğraftaki on bir kişiyi gören anlatıcının fotoğrafa yamanma, fotoğrafın bir parçası olma çabasını anlatır. Anlatıcının aynı odada kaldığı öğrenci arkadaşınındır malum fotoğraf, anlatının başında kayıptır, sağa sola defalarca baktıkları halde bulamazlar. Biraz geriye dönüp her şeyin başladığı noktayı görürüz, yatılı okulun yatakhanesinde karşılaşırlar, anlatıcı hiçbir fotoğraf getirmemiştir yanında, arkadaşıysa getirdiği fotoğrafla anlatıcının var olma çabasını başlatır. Fotoğrafla ilgili hikâyeler uydururlar her gün, varlığının bu hikâyelere bağlı olduğunu düşünen anlatıcı kaybolma hadisesinden sonra Şehrazatvari bir çıkışla o an uydurduğu bir detayı arkadaşına onaylatır, öykü sona erer. Arka arkaya denk gelmiş devrik cümlelerin az da olsa rahatsız ettiği bir öykü olmasının yanında bir iki şey daha söylenebilir belki, “perde sıyırmak” tabiri daha çok soyut bir anlamı ifade etmek için kullanılıyor sanırım, somut bir perdeyi “sıyırmak” biraz garipsetici. Bir de şu: “Yatakhanenin konuşlandırıldığı çıkmaz sokağın başındaki çöp varilinde eşelenen kedilerin hışırtıları”. Uzun tümcelerde anlam kaymaya çok müsait, burada olduğu gibi.
“Pes” herhalde bahsettiğim şarkı olayıyla en uyumlu öykü. Kundera’nın “Otostop Oyunu” öyküsüyle benzer bir havaya sahip, tabii Kundera’nınki kadar tuhaf bir buluş yok öyküde. Benzer işte, çiftimiz yıllar önce bir oyun oynamaya başlıyor, tanıdıkları birinin taklidini yapacak biri, diğeri de taklidi yapılanın kim olduğunu söyleyecek. Söyleyemeyip pes ederse taklitçi kazanacak ve aslına dönecek. Pes etmezse taklitçi sonsuza kadar taklit ettiği kişi olarak kalacak. On yıl içinde bir sürü kişi oluyorlar, kim olduklarını unutuyorlar en sonunda. Anlatıcının denk geldiği, renkten renge giren bukalemuna lüzum var mıydı bilmem lakin anlatı genişletilmeye çok müsaitken birtakım kırgınlıklar yüzünden pes etmeyen yabancıların/kadınla erkeğin birbirlerine mahkum oldukları fikriyle sonlanıyor.
“Dostlar Böyle Yapar Çünkü”, gideceğini söyleyip gitmeye çabalamayan ve onay mercii olarak sadece dinleyen iki arkadaşın öyküsüdür. Bankta otururlar, biri planlarından bahseder, gitmesinin daha iyi olacağını söyler, diğeri arkadaşının ne kastettiğini anlamadan başını sallar. Aralarındaki onca konuşma anlamsızlığa boğulmaya mahkumdur, hatta birbirlerini tanımasalar dahi aynı şekilde konuşacaklarını düşünürüz. Yıllardır aynı bankta oturan iki yabancı, iki dost, biri gitmekten bahsediyor, diğeri sadece gözlemliyor, mekanın betimlemesine girişiyor, işlevi bu kadar. Öykülerin çoğunda olduğu gibi belirli, kısa bir zamana sıkışan anlatı tek bir yoldan tek bir sonuca ulaşıyor, okura gizli veya açık anlamlar sunmuyor, kısır. Şart mı bunlar, değil ama öykü bu haliyle biraz boğucu. Bir şablon daha var, son cümlelerde süregiden eylemlerle bitiyor öyküler. Bu öyküde iki arkadaşı salıncakta sallanırlarken bırakıyoruz, “Kırk Saniye”deki süregidişte ilginç bir durum ortaya çıkıyor. Yazlık yerde pınardan su dolduran iki karakterden biri diğerine ilgi duyuyor, aklına gelen bir imgeyi söylemek istiyor ama tutuyor kendini, anlaşılamayacağından korkuyor ki ikinci denemede gerçekleşiyor bu. Anlaşılmamanın yanında ayrılık, ayrılık korkusu izleği de öykülerde ortak, ilgi duyulan karakter —”2” diyeyim bundan sonra— bir sonraki yıl oraya gelmeyeceğini söyleyince anlatıcı içten içe korkuya kapılıyor. 2’nin kuşlarla meselesini öğreniyoruz arada, çok sevdiği kuşları babası yüzünden öldürmek zorunda kalıyor bir sebepten, bu yüzden de gelmek istemiyor olabilir oraya. Final şu: “Su bize inat akmaya devam ediyordu.” (s. 47) Akış bir inat sonucuysa neye inat, karakterler durağan değil. Çeşme başında sohbet ediyorlar, anlatıcı düşünce üretiyor durmadan. Çeşme başında beklemeleriyse mevzu, bağlantı çok zayıf o halde, o kadar zayıf ki anlamsızlığa çalıyor. Kuşların hikâyesi, ertesi yılın kaygısı, bidonların dolmaması ve suyun akışı çok gevşek bağlarla örülü. Modül olarak düşünebiliriz bu parçaları, birini öyküden çıkardığımız zaman hemen hiçbir şey değişmez. Epigraftaki şarkıyı nereye koymalıyız, onu da bilemiyorum.
“Puantiyeli Plastik Bir Şemsiye” kitabın iyi öykülerinden biri, annesinin “biçimlendirdiği” kadının eşiyle çarpık ilişkisine odaklanıyor. Şablon “Yamaç”takiyle aynı. Kadın sevgisini böbrek vermekten bahsederek gösteriyor, bütün davranışları annesinin kopyası. Eşi Ahmet’in terfi yemeğinde herkesi kendisine düşman etmeyi başarıyor. “Sonra gece bitti, herkes gitti. Ahmet art arda sigara yaktı. Bazen söylenebilecek sözcüklerin hepsi eksik ve bir o kadar anlamsızdı. O yüzden konuşmadan yanında durdum. Dibimdeki, loş ışığı yayan ayaklı abajurla birbirimize çok benziyorduk. Tek farkımız ben Ahmet’i seviyordum.” (s. 69) Animist bakış öykülerde sıklıkla karşımıza çıkıyor, karakterler nesnelerle bu tür bağlar kurabiliyorlar, o halde abajurun da Ahmet’i sevebileceğini düşünmeli mi? Karavana. Abajurla benzerliğin yönü nedir? Sessizlik? Benzetme biri açık, diğeri gizli olmak üzere iki yönlü işler, eğer söylenebilecek bir şeyler olsa abajurun da konuşabileceğini sanmalı mı? Hedefi bulan, anlamı zenginleştiren bir kurgu ögesi yok burada.
Yenice’nin ilginç fikirleri var, iyi bir anlatım formülü de geliştirmiş ama bu kadar. Oyun oynamıyor, son derece ciddi, öyküler bu yüzden boğuk. Dille ilgili bir parıltısı yok. Fethi Naci’nin bir yazısında bahsettiği, her okurda sezgisel bir biçimde var olan beğeni ölçütünü düşünüyorum, tekrar okuma isteğini. Bu kitap tekrar okuma isteği uyandırmadı. Şimdi sayfalarda gezinirken bir şeye daha rastladım. “Boş odalarda geziyoruz bunları konuşurken, yan yana gelmiş iki hayalet gibi.” (s. 76) Boş ev-hayalet bağlantısı hoş ama öykünün anlamından o kadar kopuk, o kadar lüzumsuz ki çapak gibi duruyor orada öyle. Cımbızla çekmiş değilim, okuyan görür. Neyse, arka kapakta öyküler bir güzel övülmüş ama övgülere katılamayacağım, meraklısı okusun.
Jarzombek’ten bir değişiklik bırakarak bitiriyorum, Emrah Ablak’ın deyişiyle “gutbay bulu sıkay”.
Cevap yaz