Regis Debray – Zamane Delikanlısı

Özdemir İnce çevirisi. İnce’nin sunuş yazısı oldukça uzun, Debray gibi önemli bir yazarın, aktivistin, devrimcinin yaşamı gibi. Che’yle birlikte son gerilla hareketine katıldıktan sonra yakalanır, işkencelere dayanamayarak Che’yi ele verir Debray, ele verdiği düşünülür. Yakalandığında yanında Ciro Bustos da var, hangisinin konuştuğu hâlâ tartışma konusu. Bolivya’da ölüm cezası yokken bu genç Fransız’ı öldürmek isteyen General Barrientos idam mangalarından söz etmeye başlar başlamaz halk tepki gösterdi, bu yüzden Debray otuz yıllık hapis cezasına çarptırıldı ama diğer yandan Che’nin öldürülmesi konusu tartışmasız bir şekilde kabul edildi, Debray için düzenlenen protestoların söz konusu Che olunca ne ölçüde büyüyeceği orduyu korkutmuş olmalı. Sonuçta Debray iki yıla yakın hapis yattı, Fransa’nın bastırmasıyla affedildi ve devrimci hareketin aktif bir üyesi olarak çalışmalarını sürdürdü. 1974’te Fransız Sosyalist Partisi’ne girdi, ardından Mitterand’ın danışmanı oldu. Ciro Bustos’sa İsveç’te sürgündeyken yaşama veda etti. Bazı kaynaklarda Debray’in suçu Bustos’a attığı iddiası var, ilginç. İnce pek değinmiyor bu meseleye, Debray’in kısa bir biyografisini çıkarıyor. 1940 doğumlu Debray, Paris’te yaşama gözlerini açıyor. 1955’te liseye başlıyor, parlak bir öğrenci. Rimbaud, Baudelaire ve Malraux okuyor, sonradan Sartre’ı okuyacak ve bir nevi usta belleyecek büyük yazarı. Bu yıllarda ailesinin burjuva niteliklerinden rahatsız olmaya başladığı için arkadaşlarını ağırlarken evdeki hizmetçiyi işe koşmuyor hiç. Siyasi fikirleri oluşmaya başlıyor, Cezayir’le savaş sırasında Fransız komünistlerinin gerekeni yapmadıklarını düşünüyor. Marksizm o yıllarda oldukça tutarsız geliyor Debray’e, “bireysel yaşamı açıklamayan” ve “derin düşünceden yoksun” Marksizm yıllar sonra yazarın ilgi alanına girecek. Ailesinin bütün karşı çıkışlarına rağmen felsefe eğitimi alıyor, Londra’ya ve Venedik’e gidip kültürel birikimini artırıyor. İngiltere’de bulunduğu sırada sinemalardan çıkmıyor, Welles, Bresson, Renoir ve Eisenstein gibi yönetmenlerin filmlerini izliyor. Felsefenin canını sıkmaya başladığını söylüyor bir süre sonra, Nietzsche ve Hegel’i severken Kant’a “yazmayı bilmeyen bir Alman” diyor. 1960’ta ENS yılları başlıyor, Sartre, Simone de Beauvoir, Mitterand düşünürlerin de okuduğu elit bir okul. Burada “Kültür ve Terör” adlı bir dernek kuruyor, haftalık bir kadın dergisinin yazarlarından birini okulda konferans vermesi için çağırıyor, kadını bütün gün pis bir odaya kapatıyorlar, zıpırlıkları çok. Bu  sırada devrim Fransa’ya bir türlü gelmiyor, iyice canı sıkılan Debray Küba’ya gidip devrimi yerinde gözlemliyor, Fransa’ya dönmek istemese de ailesinden gelen sert bir telgrafla kararını değiştiriyor, okulunu bitirdikten sonra Havana Üniversitesinde ders vermeye başlıyor, o zamanın askerliğinde böyle bir uygulama var, yüksek öğrenim görmüş Fransızlar üçüncü dünya ülkelerine gidip çalışmalarda bulunuyorlar, askerliklerini yapmış sayılıyorlar. Debray’in canına minnet zaten, ateşin hâlâ yandığı merkezlerden birinde Latin Amerika’nın canlı ortamını takip ediyor. 1966’da radikal bir değişim gerçekleşiyor, Che’den mektup alıyor Debray, doğruca Bolivya’ya. Che’yle buluşmadan önce gerillalar ordu mensuplarını esir alınca operasyon erken başlıyor, ordu harekete geçiyor, gerillalar ifşa olduklarını anlar anlamaz vaziyet alıyorlar derken bir ormanda şans eseri karşılaşıyorlar, Che, Debray ve Bustos. George Roth adlı serbest bir gazeteci de gruba katılıyor, üç adam Che’nin gerillalarının arasında haftalar geçiriyor. Savaşın civcivli zamanlarında aralarındaki üç sivilden bıkan gerillalar kamptan çıkarıyorlar adamları, sonlarını da getirmiş oluyorlar bilmeden. Malum hikâye, yakalanıyorlar. Debray kurgusal metinlerini yakalandıktan sonra yazmaya başlıyor, öncesinde devrimle ilgili yazılar yazıyor daha çok. Bu kitaptaki iki öykü yaşamının iki dönemini gösterdiği için önemli, kitaba adını veren öykü Debray’in Paris’teki başıboş zamanlarına dair günah çıkarma olarak okunabilir. Diğer öyküyse ABD’deki ırkçılığı anlatan bir güzellik, Whitehead’in romanlarını okurken aldığım keyfi bu öyküden aynı şekilde aldım. Debray bir ara ABD’de otostop çekerek dolandığı için ortamı, insanları biliyor, öyküsü oldukça gerçekçi, vurucu. Yeri gelince yeterince öveceğim.

“Zamane Delikanlısı” diyalogla başlıyor, adının Gilbert olduğunu öğreneceğimiz karakter yanındaki kadına hikâyesini anlatıyor. Halasının evinde, burjuva semirgeni olarak yaşıyor Gilbert, anlatının sonunda sevişeceği kadına anlatması gereken bir şeyler var. Kızın ameliyatının çok kolay geçtiğini, kiraladıkları odada istirahate çekildiğini söylüyor. Kızın adı Sylvie, on yedi yaşında, ameliyat masrafını kendi ödemiş. Nasıl ödediği belli değil, ailesi zengin ama hiçbir şeyden haberleri yok. Ameliyat sonrasında ortaya çıkabilecek çeşitli sıkıntılardan haberdarlar, kısırlık tehlikesi var ama ikisi de umursamaz. “Tuhaf, gene de. Sylvie çok bozulmamıştı bu işe, başına böyle bir iş gelmesinden sanki gurur duyuyordu, belki de merak ediyordu.” (s. 18) Sylvie’yi son derece pasif bir rolde göreceğiz, komplikasyonlar yüzünden acı çekerken gülümsemek ve ölüme yaklaşmak dışında pek bir şey yapamayacak halde. Gilbert’in bunaltıları zamane delikanlısının psikolojisini ve toplumla ilişkilerini gösterecek, Debray’in sıkça eleştirdiği sınıfın bir sembolü olarak yer alıyor metinde. Sylvie eve gelir gelmez ayrılmayı düşünecek, sohbet ederlerken sözü ayrılığa getirmeye çalıştığında Sylvie’nin acısını görünce vazgeçecek, kızı rahat ettirmeye çalışacak. Bu konuda başarılı değil pek, durmayan kanamayı engellemek için yapabileceği pek bir şey yok, zorla şampanya içirmeye çalışması da başka bir cinslik. Bir düşüncesiyle kendi özetini çıkarıyor sanki: “On yedi yıldır ona terbiye icaplarına uygun şekilde yaşamayı öğretmişlerdi. Bazen, bu, insanları böyle kötü davranmaya isteklendirmez mi?” (s. 21) Çektireceği eziyetin sınırsızlığını anlar anlamaz kızla duygusal bağını iyice koparıyor Gilbert, yine de yardımcı olmaya çalışıyor. Kanama artınca tıp fakültesi öğrencisi olan arkadaşı Claude’u çağırıyor, sınavları yaklaşan çocuk kitaplarıyla birlikte gelip Sylvie’yi iyileştirmeye çalışsa da elinden pek bir şey gelmiyor, Gilbert’i penisilin bulması için eczane bulmaya gönderiyor. Gilbert barların ve kafelerin önünden geçerken arkadaşlarının peşine takılıyor, bir arabaya sokuluyor, yanındaki kızla oynaşmaya başlayınca Sylvie’yi hatırlayıp güç bela iniyor arabadan, eve gidiyor ama müdahale için çok geç, hastaneye gitmeleri gerek. Gilbert reşit olmayan bir kızla birlikte olduğu için telaşlı, hapis yatabilir. Diğer yandan ölüyor kız, kanaması ağır, orta yolu bulup kızın aile doktorunu arıyor. Sylvie ayağa kalkıp düşerek kafasını da yardığı için doktora biraz iş çıkıyor, yaraları temizleyip ortadan kayboluyor. Kız iyice fenalaşınca hastaneye gitmekten başka çare kalmıyor, ambulansı ararlarken Claude kirişi kırıyor, elinden geleni yaptı, daha fazlasına müdahil olmak istemiyor. Hastaneye gidiyorlar, doktor yapılacak hiçbir şey olmadığını söylüyor. Gilbert bahçeye çıktığında Sylvie’nin ailesinin geldiğini görüyor, yavaş yavaş uzuyor oradan, evine gelip sevişeceği kadını çağırıyor, başına gelen faciayı atlatmak için hikâyesini olduğu gibi anlatıyor, öpüşmeye başlıyorlar, son. Gilbert yirmilerinin ortasında bile değildir muhtemelen, uçarılığı muazzam. “Şimdi kendini daha iyi hissediyordu. Boşalmış. Aşağılık. Artık kimseye bir şey borçlu değildi. Geçmişte kalmıştı. Geçmişte kaldığının kanıtı, bunu bir başkasının başına gelmiş, binlerce olaydan biri gibi anlatabilmesi.” (s. 39) Hikâyeye dönüşen anı, pişmanlık, vicdan azabı orada değildir artık, gerçekliğin görece etkisiz bir parçası olarak zincire eklenmiştir, başkalaştırılmıştır, başkasının başından geçen olaylara dönüştürülmüştür. Başarılı bir dıştalama.

“Sınır” otostop öyküsü, derslerde veya atölyelerde, bir yerlerde okutulmalı. Herkes okumalı, bir öyküde olması gereken her şey var. Bakalım, Mauro nam İtalyan gencimiz otostop çekmektedir, az önce çıktığı kafedeki kızda kalmıştır aklı, birbirlerinden hoşlanmaya başladıkları sırada bir araba gelir ve Mauro’yu alır. Direksiyonda George, pek konuşmayan sert adam. Steve küçük bir oğlan, o da pek konuşkan değil. Dan sohbet ediyor biraz, Mauro’ya nereden gelip nereye gittiğini soruyor. Mauro rahatlıyor yavaş yavaş, işe girmek için gittiği Florida’ya yaklaştıkça keyfi yerine geliyor ama adamlarda hiçbir değişiklik yok. Gergin bir hava var aracın içinde, Dan’in yardımıyla dağılsa da fark edilmeyecek gibi değil. Dışarıdan tabii, Mauro için problem yok. Yolda aracın tamiri için bir yere uğruyorlar, Steve’in babasının mekanına. Güney eyaletlerinden birindeler, siyahiler karpuzları taşıyorlar ve kendi aralarında konuşuyorlar zaman zaman. Karpuz sayma işi Mauro’ya devredilince İtalyan’dan korkuyor siyahiler, başlarına bir iş açacağından çekiniyorlar. Irkçılığın farkında bile değil Mauro, oradan ayrılırlarken kendisine el sallamayan siyahilere şaşıyor. Polislerin yanından geçerlerken yine bir anlatım güzelliği çıkıyor ortaya, aşırı hız yapıp yapmadıklarını biraz uzunca tartışıyorlar, bu sırada Dan’in tiki ortaya çıkıyor. Öyküde öyle bir huzursuzluk, belirsizlik havası, sohbetlerde tuhaflık var ki Mauro’nun gideceği yere varamayacağını düşünüyoruz, üç “redneck” çocuğun başına çorap örecek diye bekliyoruz adeta. Mesele çözüldüğü zaman hiç beklemediğimiz bir durum çıkıyor ortaya, mola verdikleri bir noktada arabadakilere bira ısmarlamak isteyen Mauro civardaki bir bara doğru yürüyor, diğerleri peşinde. Mekanın önüne geldiklerinde bir şey sorar gibi birbirlerine bakarak yavaşlıyorlar, Mauro tek başına mekana giriyor, arkasından bağırıyor George: “Girme Mauro, yasak!” Mauro kapıyı itip içeri girdi bile, etrafına baktı ve şenlikli ortamın bir anda nasıl buz kestiğini gördü. Siyahiler kendisine şaşkınlıkla baktı, Mauro geri geri yürüdü, özür dileyerek mekandan çıktı ve yumruğu yedi. Burnu, gözleri haşat oldu, yere düştü. George: “Söyle, bizi ele mi vermek istiyordun?” Olay şu ki bu üçü yola çıktıkları yerde beyazlara karşı ayaklanma örgütleyen bir siyahiyi öldürmüşler, ihbar edilmişler üstelik, bir aracın içindeki üç kişiyi arıyor polis. Dördüncü olarak Mauro’yu almışlar yanlarına, böylece polis çevirmesinden de kurtulmuşlar. Yarı dostça ortam o dayakla birlikte kayboluyor, Mauro ne olup bittiğini anlamadığı için şaşırıyor ve çok üzülüyor, adamda ırk ayrımcılığına dair eser miktarda dahi bilgi yok. Dan’in davranışlarına üzülüyor özellikle, tabii canını kurtardığı için sevinmesi gerekiyor bir yandan, sağ bırakırlarsa tehlike yaratacak ama öldürmüyorlar, basıp gidiyorlar. Yediği dayakla kalıyor Mauro, yerde yatarken bardan siyahiler çıkıyor, içlerinden biri Mauro’ya yardım teklifinde bulunuyor, Mauro başını iki yana sallıyor. Aralarından biri son noktayı koyuyor: “Bu onların kendi aralarındaki mesele, bu adam,” dedi üçüncüsü. “Dua edelim de bize yüklemesinler bunu.” İki tarafın da temkinle yaklaştığı biri haline geliyor Mauro, ne siyah, ne beyaz, katil üçlüye göre bir an önce memleketine dönmesi gereken bir ergen. Dışarıdan bir gözle bu kadar iyi anlatılabilirdi Amerika’nın durumu, ikinciye okuyup arada derede kaçan detayları yakalamak da çok keyifli. Gerçekten çok başarılı bir öykü, kurgusu olsun, hikâyesi olsun, eksiği gediği yok.

Debray iyi bir öykücü, denk gelirsem diğer metinlerini de okuyacağım. Tavsiye ederim.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!