Ataç’ın Uyar için attığı zarı Fethi Naci de atıyor, 1994’te yayımlanan yazısında 1980’lerden beri birçok romancının adını duyurduğunu, akla ilk gelen genç romancının Orhan Pamuk olduğunu ama öykücü dendiği zaman hemen akla gelen bir ad olmadığını söylüyor, sonra Saçlıoğlu’nun 1993’te Vüs’at O. Bener’in öyküleriyle paylaştığı ödüle layık görülen öykülerden bahsediyor. Çalakalem yazmıyormuş Saçlıoğlu, her sözcük üzerinde titizlikle çalışmış, kültür birikiminden güç almış, zaman zaman mizaha yaslanmış, yeni bir şeyler arıyormuş. Kitabın kazandığı ödüllerin Naci üzerinde etkisi var, o dönem yazan pek çok öykücü en az Saçlıoğlu kadar başarılı oysa, aklıma ilk gelen Hakan Şenocak oldu. İsteyen istediğine atsın zarı, öykülere bakalım. Saçlıoğlu’nun bazı öyküleri vasatın altında, şişirme öyküler bunlar. “Bir Kadın, Bir Erkek” mesela, Cennet’ten şutlanan Âdem’le Havva’nın yepyeni bir yerde yaşama çabaları. Sırıtık bir parodi, o gün spor giyinmek istedikleri için iki defne yaprağı giyiyorlar alta, Havva artık et yemek istemediği için Âdem’in avladığı ceylan elde kalınca Havva’nın kadınca davranışlarını alaya alıyor Âdem, hayvanı bir başına yiyor. Cennet kötüymüş, her yanı telle çevriliymiş, “Köpek Var!” tabelaları her yandaymış. Dünya’da da leoparlar varmış, tehlikeliymiş ortam ama Tanrı izin vermezmiş Âdem’in ölmesine, insanlık işi yatarmış o zaman. Öykünün en parlak kısmı bu olsa gerek, geri kalanı diyalog ağırlıklı, komik de olamayan bir hikâye. Meh. “Oteldeki Kapı” da güzelim potansiyelini tek boyutlu haliyle mahveden bir öykü. Anlatıcı vapurda hitap ettiği kişiden az yana kaymasını istiyor, oturunca yorgunluğunun sebebini anlatmaya başlıyor. Kızı geçen gün büyük otellerden birindeki bir dükkândan gömlek almış, görmüş ki küçük bir defo var, babasından gömleği değiştirmesini istemiş. Anlatıcı o lüks otele gitmiş, normalde gitmezmiş çünkü o bir gömlek parasıyla üç gömlek alırmış ama yeni nesil anlamazmış böyle işlerden. Neyse, koca yapıya girmiş, lüksten başı dönmüş, mağazada işini halletmiş de tuvalete gitmiş sonra. AVM herhalde, AVM’nin kapanmasına da beş dakika varmış o sıra. Tuvalete girince arkadan çkırt diye bir ses gelmiş, kapının kilitlendiğini düşünmüş ama göreceği işi de düşündüğünden koşturmuş, pırıl pırıl ve bomboş ortamda rahatlıkla fışlatmış. Sonra dönmüş, kapıyı açmaya çalışmış ama açılmamış kapı, eyvahmış, mağaza kapanırsa ne olacakmış, anahtar deliğinden haykırmış ama kimse gelmemiş yardıma. Kökü dışarıdaki sermayeyle kurulmuş o lüks otelin tuvaletinde kilitli kalmak milliyetçiliğine sığmamış bir de, kanına dokunmuş. Araya hançer gibi bir lüzumsuzluk bu. Sonra cebindeki anahtarlardan birini hatırlamış anlatıcı, hiçbir yerde kullanmadığı bu anahtarı kilide sokmuş, aa, kilit dönmüş, kapı açılmış ve anlatıcının kafasına deterjanlar, toz bezleri, tuvalet kâğıtları dökülmüş. Meğer en başından beri temizlik dolabını açmaya çalışıyormuş! Biri gelip görseymiş rezil olurmuş! Girdiği kapıdan çıkmış da vapura binmiş işte, eve gidip üç beş çay içse kendine gelecekmiş. Bu kadar öykü. Şimdi en az şu kadar matrak bir hale gelmiyorsa böyle bir öykü yazmak kaynak israfı demektir, ilginç milliyetçilik çıkışı dışında kapalı kalmakla esinlenen, çağrışan başka meselelerin hikâyeye yedirilmesi de tamamdı ama hiçbir şey yok, haliyle çorak. “Yalanın İki Yüzü” de en az bu iki öykü kadar, ne diyeyim, bayat. Genç adam vitrinde kendi yüzünü görünce kendi kendine konuşmaya başlıyor, saçmalamasınmış John, ilk kez mi karısıyla kavga etmiş? Her büyük kavgadan sonra avukata koşuyormuş, tam dava açılacakken vazgeçiyormuş John, karısıyla birbirlerini evden kovmalarının sonu gelmiyormuş falan. John gidip bir kahve içmek istiyor, eşiyle her zaman gittikleri bir kafede kahvesini beklerken garson kızın göğüsleri dikkatini çekiyor. Uzun uzun anlatmaya gerek yok, bu çekim artıyor, kadın John’a eşinin bir başka adamla gelip samimi bir şekilde oturduklarını söylüyor falan, adamı fiştekliyor ve sevişiyorlar. Sonra adam evine mutlulukla gidiyor, o sırada eşi garson kadına telefon edip telkin ettiği gibi davranıp davranmadığını soruyor kadına. Meğer garson kadının John’da gözü varmış, John’un eşine söylemiyor tabii bunu, her şeyin yolunda olduğunu, John’un eve doğru yola çıktığını anlatıyor. Bir iki kötü öykü daha var, sırf bu kötülere bakarsak kitabı beğenmemekten daha normal bir şey olamaz ama Saçlıoğlu’nun öyle öyküleri var ki bütün kötüleri unutturuyor adeta, karanlığın içinde radyoaktif maşrapa gibi parlıyor.
“Pencere Önümün Yolcusu” iyi bir öykü, en iyilerden biri değilse de kötü öykülerden akılda kalanları temizliyor bir güzel. Anlatıcı bir kış akşamında ilk kez görüyor çocuğu, sokağın köşesinden çıkıp gelen çocuk on altı on yedi yaşlarında, uzun bir pardösü giymiş, buruşuk bir pantolon, altı kalın botları var, yüzü İbiş’i hatırlatıyor. Garip biri işte, köyün delisini andırıyor. Ertesi gün aynı saatlerde ortaya çıkıyor, yürüyüp gidiyor. Sonraki günse pencerenin önünde duruyor o kez, yüzünü gökyüzüne çevirerek “bir insandan beklenmeyecek kadar hayvansal sesler” çıkarmaya başlıyor, peşinden gelen yaşlı adam bir şey yapmasın diye çocuğu takip ediyor. Eve temizliğe gelen hanıma soruyor anlatıcı, o çocukla babası her sabah sekizde kadının evinin önünden geçerlermiş, çocuğun annesi de yaşlıymış, yaşlıyken doğurmuş çocuğu da o yüzden o hale gelmiş zavallı. Baba ölüyor sonra, anne dolaştırmaya başlıyor, anne de ölünce bir kurumda yaşamaya başlıyor çocuk ama tebelleş oluyor bağırışlarıyla, anlatıcının sempatik yaklaşımı bir süre sonra kayboluyor ve cehennemi andıran bir atmosfer çıkıyor ortaya, bu geçiş çok başarılı. Çocuk geceleri çıkıyor artık, peşinde kurumun bir çalışanıyla dolanıyorlar. Adam uyuyamıyor, gününü gecesini ters çevirse de çocuk hep o uyku zamanlarını, yok böyle bir şey, uyduruyorum, final şu: “Gece, herkesin perdeleri kapalı oluyor. Evlerinin, gözlerinin perdeleri. Herkes, geceyle gündüzün aynı hızda geçtiğini sanıyor. Ben ise, bu zamansız deliyle, her gece evrende baş başa kalıyorum.” (s. 69) İyi öykü, daha iyileri ilk iki. “Brandenburg’un Dört Atlısı” nam öykü ünlemeyle başlıyor, eskimiş zamanları, yitirilmiş yolları, unutulan başarıları satan genç, iri yarı bir adam tarihi Brandenburg kapısının altında bağırıyor, halkı masasına çağırıyor. Üç öbek eşyadan ilki pusula, ikincisi saat, üçüncüsü madalya yığını. İnsanlar soru sormaya başlıyorlar, adamın cevapları tam filozoflara layık. Aynı hızda dönen iki zaman olmadığı için hiçbir saat de birbirini tutmazmış, zaten saatler zamanı değil, kendini ölçermiş, zamanı bölümleyen somutlama yeteneği kandırmacaymış. Madalyalar çeşitli insanlara çeşitli başarıları için verilmiş ama bu başarılardan bazıları üstün bir sanat eseri üretmekken bazıları çok sayıda insanı şıp diye öldürmekmiş, bu yüzden madalyalar çok şeyi gösterir ve hiçbir şeyi göstermezmiş. Bu yüzden kimse hiçbir şey almamalıymış o masadan, yalanlardan başka bir şey görmüyormuşuz. On numara değilse de sekiz numara öykü, on numaralığın adı “Bir Yaz Evi”. Selim Bey yetmiş beş yaşında, çok sağlıklı, ölecek gibi görünmediğine göre mezar yeri belirleyebilir artık. Önce kendisi, sonra eşi, sonra da çocukları ve torunları için genişçe bir yer alıyor ve bununla yetinmeyip mozole yaptırmaya niyetleniyor, toprağı kaydırıp ölüleri rahatsız etmesi hiç önemli değil, öldükten sonra rahat edeceği için parayı bastırıp istediğini yapabilir. Ölüme sınıfsal bir yaklaşım var bu öyküde, nefis. Bir iki iyi öykü daha var, o da okura kalsın.
Zar atılacak öyküler var, yüzüne bakılmayacak öyküler de var, ilginç bir toplam. Saçlıoğlu’nun diğer kitaplarını da okumalı.
Cevap yaz