Mehmet Batur – Madunköy

Sarıgazi gibi bir yer Madunköy, devrimci geleneği var, iti kopuğu var, mahalleye düzen getirmeye çalışan tarikatı var, tarikattan çıkma Kürt kabadayısı var. Burada tarih yazılıyor, burası devletin iç işlerinin düğümlendiği yer. Batur iyi çiziyor mahalleyi, betimlemeler dört dörtlük, serbest dolaylı anlatıcısı da işinde mahir. Deli Yavuz’un geçmişinin anlatıldığı bölümler olmasa çekilecek çile değil şu romanı okumak, dertli eder. Dayı’nın geçmişi, şimdisi, biçime aşinayız, genel olarak hikâyenin bağlanışı da hoş ama diyaloglar evlere şenlik. On altı yaşında bıçkının tekisin, dayın Madunköy’ü geçtim, İstanbul’un en büyük kabadayılarından biri, kubar mubar alayı var, arkadaşların senin kadar bitirim, ey, tarikatta piştiğini gösterir bir emare de yok ki dayın bütün adamlarını bir müddet tarikatta barındırır yol yordam öğrensinler diye, steril argo dışında hiçbir şeyin yok? Küfür patlat birader, arkandan sıkanlara orospu çocukları olduklarını söyle, bir şey de de senin kartondan karakter olmadığını anlayalım, mahallelide zerresi yok gerçekliğin. Belki aynı sesten, aynı mesafeden: olay örgüsüyle karakterlerin nitelikleri aynı biçimde, aynı hızla anlatılınca derinlik oluşmuyor, hikâye anlatımı ön planda olacaksa bile sadece bir figür olarak dikilmemesi lazım onca insanın, olayları tekerlemek için orada oldukları fikrini uyandırmamaları lazım. İkinci mesele odaklanmamadan kaynaklanıyor, Mustafa nam karakterin âşık olduğu kızın, Elif’in baştan itibaren üstünkörü anlatımını geçtim, sonlara doğru Beyoğlu’nda kendini patlatan Kürt intihar bombacısı Elif’in ölümüne yol açıyor, o sıra uzun zamandan sonra sevdiği kızı görmeyi bekleyen Mustafa öğrencileriyle birlikte Leylek’te takılırken duyuyor patlama sesini, fırlayıp koşmaya başlıyor, yerde yatanların arasında Elif’i buluyor. Öff. Daha iyisi geliyor, bu Mustafa acısından ölecek kadar öfkeli ve üzgün, Yavuz’la karşılaştıkları zaman oturup konuşuyorlar. Kardeşi Reşo’nun ölümünü anlatıyor Yavuz, ne kadar yakın olduklarını Yavuz’un geçmişinin anlatıldığı hikâye çizgisinden biliyoruz, biri devrimciliğe evrilirken diğerinin tarikatçı kabadayı oluyor, Diyarbakır’da tatlı tatlı tartışıyorlar, arkalarını kolluyorlar, daha çok Yavuz kolluyor tabii. Reşo’nun Ankara’da üniversite okuma uğraşı var, ne gerek var, Yavuz’un tarikatla münasebetleri var, diğer bölümler öylesi zayıfken bunun kuvveti, ne gerek var, kısacası çoğu şeye ne gerek var. Evet, Yavuz elbette üzülüyor Elif’in ölümüne ama Mustafa baksın bir, Kürtlerin çektikleri oncayken canlı bomba olayının da bir anlamı, bir gerekçesi elbet var. Mustafa o an düşüncelere dalıyor, hak verdi verecek. İki dakikada ne oldu oğlum, nereden nereye geldin de nasıl geldin. Hadi tamam, bunları da geçtik, şimdi bu Mustafa üniversite hocası, etrafı öğrencileriyle çevrili falan, okuyup ettiğini biliyoruz, üstelik babası astığı kestiği eksik olmayan üst düzey bir polis, yıl da JİTEM falan anıldığına göre 90’ların sonu, 2000’lerin başı, e oturduğun mahalle belli, konuştuğun insanlar belli. Ya… Oğlum, “Kürtler kimdir, necidir Kürtler?” ne demek, bu ne saçmalıktır ya. Metinde yer almayan küfürlerin boşluğunu azıcık doldurayım, taşşak mı geçiyorsun birader ya. Yavuz ne yapıyor, tiradına başlıyor, Kürtlerin kim olduğunu sloganlarla anlatıyor. Milletin efendisi olduğu söylenen ama köle muamelesi gören bir halk falan filan. İçerikle ilgili hiçbir sorunum yok, derdim tamamen biçimle, anlatıma dair tercihlerle. Yani bütün o Elif tatavası, bomba, Yavuz’un kardeşi Reşo’nun görece derinliği falan, hepsi bu sikindirik tirat için mi. Ne okuttunuz dayı siz bize, ne tın tenekelik yaptınız ya. Sinirlendim, bu kadar üfürükten bağlama çekilmez. Sürprizleri yeterince bozdum, daha da bozayım, ilgilenmeyen bir sonraki paragrafa geçip daha sağlam küfürler edebilir. Hasan ve Murat diye iki arkadaş var, gay veya biseksüel bunlar çünkü kurguda altyapı üstyapı falan sallamadan karakterin kafasına çakabilirsin bunları, geri kalmışlığın acısını çeken her kesimden bir numune alacaksan sorun yok zira çok sesli bir metin oluşturuyorsun demektir, çok seslilik iyidir, kurgu kalitesini yerlere çalsan ne. Bunları Yavuz’un adamı tutup getiriyor, sorguya çekiyorlar. Hasan boyun eğmeye meyilli değil bunlara, çıkışıyor da höt diye oturtuyorlar bunu. Murat uysal biri olduğu ve arıza çıksın istemediği için ağa paşa çekiyor, onda sorun yok. Dünyanın en osuruktan finaline merhaba: Yavuz aslında bu ikisinin iyiliğini istiyor, aslında bütün mahallenin iyiliğini istiyor çünkü atasından öyle görmüş, ağasından öyle görmüş, polisten ve işe yaramazlardan koruyacak mekânı. Durumu anlatıyor biraz, kısa süre önce pörtleyen polis cinayetlerini üzerlerine yıkmak için tuzak kurduklarından bahsediyor tepedekilerin, bakıyor ki Hasan delifişek gibi fırlayıp çıkıp gitmek istiyor oradan, biraz dikelip katil bulunana kadar orada kalacakları emrini veriyor adamlarına. Hasan kardeşimiz, “Katil benim ulaaaan!” nidasıyla fırlıyor yerinden, masanın üzerindeki meyve bıçağını kapıp Yavuz’a doğru uçuyor. Şak şuk şak bıçakladıktan sonra adamlardan birinin kurşununu alnının çatısına yiyor, tam bir trajedi. Yavuz’u adamları tutuyor, Hasan’ı Murat tutuyor, bütün bunlar olup biterken uyuyan Mustafa önündeki kan gölüne bakıyor ortama girince. Yapacak bir şey yok artık, çıkıyor, yürümeye başlıyor. Şimdi bu Hasan zıpçıktısının mahalleden kurtulmak için Taksim’in barlarından birinde çalıştığını, erkek rolünü seven arkadaşı Deniz’le bir şeyler yaşadığını ama kalbinin Murat’ta olduğunu biliyoruz, ölmek istemediğini de biliyoruz, öyleyse bu dallama niye hayatını kurtarmak isteyen adama saldırır, orasını anlamıyoruz. Tamam, yıllar boyunca öfke birikmiş içinde, mahalleden kurtulmak istiyor ama kurtulamıyor da bilmem ne, meyve bıçağını kapıp saldırmak? Yüksek tansiyonu işaret eden hiçbir şey yokken, Hasan bir iki parladıktan sonra uslu uslu dinlemeye başlamışken? Şu kurguya azıcık akıl ver ya rab. Bir de dış ses üfürülmüş, aslında Mustafa’nın iç sesi midir nedir, durmadan hikâye anlatıyormuş da susmak bilmiyormuş, muhtemelen onun anlattıklarını dinliyoruz. Bu sesi metnin başlarında sıklıkla duyuyoruz, ortalarda bir iki kez duyuyoruz, bir de sonda duyuyoruz, başka hiçbir yerde yok. Ağır Roman bağlaması mı çekecekti, mahallenin sesi mi olacaktı neydi, garibim neredeyse unutulduğu için lirik lirik bir iki esti, sustu sonra. Topuz hepten kayıp, kantar mantar işlemiyor bu durumda, eciş bücüş bir roman çıkıyor ortaya. Kürtlerin dertlerini anlattığı için beğenilmiş, beğenilir de romanın olurunun olmazının ne olduğunu bir kişi bile düşünmemiş. Tam da olması gerektiği gibi. Alkışlarla yaşıyoruz.

Olay: Madunköy’de polisler öldürülür, hemen her gün bir vukuat çıkmaya başlar. O sıra Yavuz yirmi yıllık hapis cezasının ardından serbest bırakılır, devletle yaptığı gizli anlaşmaya göre Kürt akrabaların, tanışların falan yerlerini öğrenip ihbar edecektir, karşılığında yallah Avrupa’ya. Mustafa’nın babasından bahsettim, Kürtlerin “Revok” dediği bir tetikçidir bu, Diyarbakır’da Yavuz’a ilk saldırıyı düzenleyen de bu hıyardır. Babayla tetikçinin aynı kişi olduğunu elbette finale doğru görüyoruz, karakterlerin aynı karede toplanmaları bu sayede. Cinayetler katakulli, olayı Yavuz’un veya tanıdıklarının üzerine yıkıp iyice pis edecekler mahalleyi. Tabii Yavuz bunu yemiyor, kendisiyle aynı tarikata bağlı bir milletvekilinden bilgi gelince uyanıyor ama mahalleliyi koruma konusunda sıkıntı var, daha yeni çıkmış içeriden. Denk gelişler, aşklar, sevdalar, silahlar ve güller. Tarikattaki yaşamı, devletle tarikatın ilişkisi, bunlar oldukça detaylı ki metnin en ilgi çekici yanı. İlgi çekici tek yanı belki.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!