Mehmet Anıl’ın okuduğum ikinci metni, yine şahane bir anlatım ve kötü bir hikâye. Anlatıcımız ellili yaşlarında, ailesinden kalan fabrikadan elde ettiği gelirle ferah ferah yaşayan bir dayımız, endişesizlikten hemen kendine bir uğraş buluyor ve tutku uğruna yaşamını mahvetmeye başlıyor, odunca özet bu. Bir film nelere kadir, bu metinde görebiliyoruz. Un Pont Entre Deux Rivers nam filmde Gérard Depardieu’yu terk eden Carole Bouquet’ye tutuluyor anlatıcı, terk edilen eşin çektiği acıları ve uçlarında gezindiği sevgiyi deneyimlemek istiyor, bütün mesele buradan çıkıyor. Başlangıçta yalnız başına, yenik bir halde oturuyor anlatıcı, yanına gelen sokak köpeği Bitik’e bütün hikâyesini anlatmaya başlıyor. Araya dereye filmden sahneler sıkıştıracak, toptan vereyim ben abime: Depardieu filmde ipsiz sapsız bir adam, çocuğu ve eşiyle birlikte mutsuz bir ailenin atıl parçası. Kadın evlere temizliğe gidiyor, bir gün mühendisle tanışıyor temizlik yaparken. Civardaki köprünün inşaatında çalışan mühendis yakışıklı, zengin ve genç bir adam, kadına tutuluyor. Kadın da yeşil ışığı yakınca evin odalarından birinde sevişmeye başlıyorlar, mühendisin ailesi çifti bassa da görüşmelerini engellemiyor, sonuçta gelip geçici bir heves. Değil, birlikte geçirdikleri zaman artıyor, hatta Depardieu ikisinin seviştikleri sırada çıkardıkları sesleri duyuyor, acı çektiğini eşine söylüyor ama değişen bir şey yok. Kadın evi terk ediyor sonunda, ara sıra oğluyla konuşsa da Depardieu’yle hemen hiç konuşmuyor, anlatacağı bir şey yok. Uzunca bir zamandan sonra benzin istasyonunda karşılaştıkları zaman kadının altında mühendisin zıpkın gibi giden arabası var, Depardieu’nün altındaki düldül zavallılığın göstergesi. Kadın yeni yaşamına çabuk uyum sağlamış ve eskiyi çoktan unutmuş, sevmeye veya sevmemeye dair hiçbir şey söylemiyor, eski eşini suçlamıyor, aslında pek bir şey söylemiyor. Adam neyi kaybettiğini çok sonra anlamasına rağmen neyi kaybetmediğini de anlayabilir, hikâyesinin yarım kalmasını istemeyen bir kadın yok karşısında, dolayısıyla kendisine zaten hiçbir zaman değer verilmediğini düşünebilir ama düşünmüyor, ne kadar sefil bir hale geldiğinden başka bir şey yok aklında. Aslında iki karakter de kâğıttan, biri geride hiçbir şey kalmıyormuş gibi yaşarken diğeri geriye bakmaktan başka bir şey yapmıyor. Anlatıcımızın imrendiği durum Depardieu’nün acısına varacak, öyleyse neden istiyor bunu? Anlamı bulamıyor çünkü, hayatının ilk yarısı bomboş geçmiş, işini babası vermiş, eşini annesi vermiş, çocuğunu eşi vermiş, birileri sürekli bir şeyler vermiş ve adamımız her şeyi afiyetle yemiş, hiç tat almamış, şimdi tat arıyor. Bir yerde yaşam sonsuz olmadıkça yapılan hiçbir şeyin anlamının olmadığını söylüyor, tartışılır. Bağlamı belirlediği noktayla birlikte görüş yerine oturuyor, Güneş bir gün genişlemeye başlayıp Dünya’yı yutacaksa veya sönüp medeniyeti karanlığa boğacaksa Beethoven’ın elli bir yaşı, başkalarının ve kendisinin bilmem kaç yaşı anlamsız, eylemlerin ereği yoğa varıyor, öyleyse neden şunu şöyle değil de böyle yapmasın? Hemen bir Rus buluyor önce, genç yaştaki Dina’yla yatıyor ve sabah ezanı okunurken mutsuzluktan ağlıyor. Eşi Mine anlaşıldığı kadarıyla dünya tatlısı bir kadın, adamı seviyor veya sevdiğini düşünüyor, hangisiyse artık. Kızları Elif kendi dünyasında, iyi büyütülmüş. Üzülecek insanlar bunlar. Neyse, adamımız sekreterine sarkıyor, ikinci adım. Leylâ yirmi üç yaşında, otuz yedi yaşındaki Mine kadar güzel değil ama günah denizlerinde çimmek için uygun. Bir iki gece çalışması, sonra ikinci eve davet, Leylâ “vermiyor” ama suç unsuru, işe yarıyor. Bıçaklı sevgilisi Oktay’ı kıskandırmak için anlatıcıyla birlikte vakit geçirdiğini söylediği an işlevini yitiriyor, yine hezimet. Hedef değiştiriyor anlatıcı, Mine’nin başka bir erkeğin kollarında zevk çığlıkları attığını düşünür düşünmez heyecanlanıyor, Mümtaz geliyor aklına bir süre sonra.
Fabrikada işler pek iyi gitmiyor, işçilerin maaşlarının zar zor ödenmesinin sebebi anlatıcının parayı çok güzel öldürmesi. Çöp dağları birikiyor bir yandan, mahalle kokudan geçilmiyor, işçiler grevde. Fabrikaya sıçrayan bir dalgaya dönüşecek grev, Mümtaz da fabrikadan elini ayağını çektikten sonra batışı engelleyecek hiçbir şey yok. Mümtaz iyi bir muhasebeci, patronunu defalarca uyarmasına rağmen önlem alınmadığını gördükçe başlarda delirmiş, sonraları tuhaf bir kayıtsızlığa bırakmış kendini. Nişanlısıyla evlenecek, yaşamındaki en önemli hedef bu. Anlatıcı hemen bir motosiklet çekiyor adamın altına, bankadan kredi alarak çifte ev de hediye ediyor, şahane. Senetle borçlandırdığı Mümtaz patronun parasının olduğunu düşünüyor muhtemelen, adam deli değilse ev almaya da kalkmaz. Ne ki adam deli, Mümtaz’ı işleyerek Mine’nin yanına yolluyor. Düşüncelerinin özetine denk geldim şimdi, kendisine pezevenk denemeyeceğini söyledikten sonra eklediği: “Hem neden diyeyim Bitiğim, genel geçer toplum kurallarını yıkıp yerle bir ediyorum ben. Kokuşmuş ahlaki değerleri silip yeni baştan yazıyorum, bu bir meydan okuma, övünç içindeyim, dünyadan iz bırakmadan geçip giden değersiz varlığım ilk kez anlam kazanıyor, ilk kez kendimi aştığımı hissediyorum, içim içime sığmıyor, kabımdan taşmak üzereyim.” (s. 48) Yönetmenliği başarılı, oyuncuları seçerken eş dost tayfasının dışına çıkmasa da tanıdıklarla çalışmak da güzel, çekimin tıkır tıkır işleyeceğini sanıyor ama insan doğası bütün planları patlatıyor bir noktadan sonra. İşler de yolunda gitmiyor, yerine getirilmeyen yükümlülükler yüzünden dünyanın öbür ucuna yollanan bir mal kabul edilmiyor, anlatıcı işi halletmek için yolculuğa çıktığında dönene dek her şeyin bitmiş olacağını düşünüyor. İşi tam çözemeden döndüğünde dünyasını tepetaklak buluyor. Mümtaz yok, Mine yok, fabrikada işler arapsaçı. Gerisi yavaş bir çözülme. Mine yanında annesi ve babasıyla birlikte anlatıcıyı karşıladığında buz gibi soğuk, eşinden evi hemen terk etmesini istiyor. Tiradında adama verip veriştirecek, anlatıcı hedefine sadece tek bir yoldan varılamayacağını anlayarak kaybettiği kadının acısını çekerek hasılat rekorları kıracak. Fabrikanın elden gitmesi başka bir problem, anlatıcı Mümtaz’ın yerini Mine’den öğrenmek için yalvar yakar uğraşırken adamın başka bir yerde, Mine’nin de çalışmaya başladığı eski doktorunun tıp merkezinde bulacak, senet vasıtasıyla tehdit ettiği adama zorla iş gördürmeye çalışacak ama çok geç artık, işçiler grevde, servisçi küfür kafir, makineler yağmalanacak neredeyse. Bankanın devreye girdiği bölümlerde Mehmet Anıl’ın bu işleri iyi bildiğini anlayacağız, detaylar şahane. Yıllar boyunca bu tür işleri yürütmüş Anıl, olayların içinde yer alan birinin yazdığı kurguda kusur bulmak zor. Anlatıcı için aynı şey geçerli değil, yaşadıklarına dair bir şeyler yazmaya karar verdiğinde anlık parıltıları yakalamaya çalışıyor, geçmişe dair görüler kaybolmadan önce kaleme sarılsa da kaybolanı bir türlü yakalayamıyor kâğıtta, anlatısı bambaşka noktalara kayıyor ki içtiği içkinin etkisiyle cümlelerinin geçirdiği değişimi takip etmek iyiydi. Sonuçta yıkılıyor adam, fabrikaya gelen banka görevlilerine yalan söylüyor, daha fazla yalan söylüyor, en sonunda kendisini çöp dağlarının tepesinde krallığını ilan ederken buluyor, yanında şahit olarak Bitik var. Hikâyesini bir tek onunla paylaşabilir, soytarısıyla. Kendisiyle.
Anıl’ın anlatımına diyecek yok, merkeze aldığı birkaç konuyu anlattığı hikâyeyle paslaştırarak anlatıyı genişletiyor, sanatlar arasında kurduğu bağlar da iyi ama dünyanın öbür ucundaki şirketten gelen mektupları Bitik’e okuması, eh, hafızasına başvuran bazı karakterler okudukları her şeyi o formla ve hiçbir sözcüğü atlamadan tekrarlayabiliyorlar, aslında kurgusal bir hata. Bunun dışında hikâyenin de pek alımlı bir yanı yoktu. Başka da bir şey, ne denir, denk gelinirse okunsun.
Cevap yaz