1940 Kuşağı’nın toplumcu şairlerinden Mehmed Kemal’in anıları, denemeleri, karışık. Başını beladan kurtaramamış, defalarca hapse girip çıkmış Kemal, arkadaşlarının çektiği acıları Acılı Kuşak nam metninde anlatıyormuş, onu da edinmek gerekiyor zira Kemal herkesi tanıyor, İnönü’nün üsleri açıp açmadığını soruyorlar örneğin, gazetecilikle uzun süre uğraştığı için basın camiasında tanınıyor, edebiyat çevrelerine girip çıktığından o muhitte de tanımadığı pek kimse yok. Bir yazısında şikayet ediyor hatta, gazetecilerin kendisini edebiyatçı, edebiyatçıların da gazeteci olarak görmelerinden yılmış, şaka yollu dert yanıyor. Şiirleri, denemeleri, romanları var oysa, gazetelerde de düzenli olarak yazmış durmuş, çok yönlü bir adam. Unutulmuş da, belki üst düzey bir yazar olmamasından, belki de ödüllere, belli çevrelere yamanmaya çalışmamasından. Hatırlanmalı Kemal, hiç olmazsa anıları için. Adnan Veli’yle muhabbetine bakalım, Orhan’ın yazdığı gibi şiirler yazmayışını “Orhan kadar cesur olmamasına” bağlıyor Adnan Veli, nesri bile zor kıvırdığını ekliyor. Şakacıymış bir de, Vatan‘da Kemal’le birlikte yazarlarken herkese bir oda verilmiş, “Yazar” diye tabelalar asmışlar kapılara. Sıkıyönetimli, baskılı dönemde yazan Adnan Veli kendi yazdıklarını beğenmezmiş, tabelanın üzerine sıkılmış bir yumruk resmi yapmış, üstüne de “Na Yazar!” diye eklemiş. Baskı dönemleriyle ilgili pek çok anıdan ilki bu, Kemal hemen her denemesinde konudan konuya atladığı için -toparlamayı başarıyor sonra- neyle nerede karşılaşacağımızı bilemiyoruz, bakalım. Cahit Külebi’nin şikayeti geliyor ardından, Kemal Külebi’nin şiirlerini hep yanlış yazıyormuş. Baskıya giden şiirleri incelemiş Kemal, polislerin götürdüğü kitapların arasında değilmiş Külebi’ninki. Baskıda hatalar olduğu gibi Külebi’nin el yazısıyla yazdıklarında da bolca hata varmış, dizgi faciasından önce Külebi faciası yaşanmış şiirlerde, Kemal’in yapabileceği pek bir şey yok. “Cahit, bizim gibi sokağa düşmedi, nasibini tek başına aramadı. Hep devlet memuru olarak kaldı. Devletin büyük memurluklarında bulunduğunu duydum. O da devletin içinde iken öküzünden daha yorgun olanlara bir şey yapamadı, biz sokağa düştük, bunca yazı karaladık, biz de bir şey yapamadık.” (s. 10) Arada bir Fazıl Hüsnü Dağlarca’ya rastlıyor Kemal, anlaşılıyor ki o dönemde Ecevit’ten umutlular. Bu yazıların çoğu 1970’li yıllarda yazılmış, az da olsa 1980 sonrası yazılanlar var, dönemlerin siyasi atmosferini canlılıkla görebiliyoruz. “Fazıl”, Demirel’in usulsüzlüklerini yazmasını istiyor Kemal’den, yazıldığı cevabını alıyor. Ecevit’in yapması gerekenleri yazmasını istiyor, onlar da yazılmış. Yazılmayan bir şey yok, bütün yanlışlar, istekler ortada, eski demokratlar bile Ecevit’ten yana, Ecevit kazanacak. Bu yazı 1975’te yazılmış, sonucu biliyoruz. “Mebus Şairler” yazısında vekilliğe kapak atan şairlerin yanında vekil olmaya çalışıp başaramayanlar, vekillikle ilgisi olsa başına geleceklerden kurtulacak olanlar var. Abdülhak Hamit numunelik bir örnek, “Abdülhamit’in ozanlığından sonra Mustafa Kemal’in milletvekilliğini etmek” kolay iş değil. Bir dünya şair sıralıyor Kemal, sonra Ahmet Muhip’in bütün uğraşına rağmen mebus olamamasını anlatıyor, ardından Nâzım Hikmet’e geliyor söz. “Nâzım’ın mebusluk hatırından geçmemiştir. Mebusluk hatırından geçse, yönetici kadroya karşı öyle davranmazdı. Eline Yahya Kemal’den sonra CHP estetik danışmanlığı geçecekti Nâzım’ın… Fakat Mustafa Kemal Paşa’nın hastalığı, CHP’nin yeni el değiştirmesi bunalımları, bu arada Mareşal’ın Nâzım’a takması… Kader çizgisini değiştirmiştir.” (s. 19) Şairin gözden düşmesiyle bitiriyor sonra, bir zamanlar parmakla gösterilen şairler her yerde bilinirken Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı birkaç meraklı dışında kimse tanımıyor, Kemal’le Dağlarca birlikte Beyoğlu’nda yürürlerken vahlanıyor Kemal. Başka bir yazıda iktidara yanlayan şairleri cülusiyelikle suçlayacak üstü kapalı bir şekilde, Namık Kemal örneğini verecek. Abdülhamit’in anılarında edebiyatçılara düşman olmadığını anlatmasından sonra Yıldız’da arşivlerden çıkan bir mektuba gelecek sıra, Namık Kemal padişaha yönelttiği eleştiri oklarından ötürü özür üstüne özür diliyor mektupta, yeni görevi için el etek öpüyor. Yüzlerce yıl süren bu etek öpme, cülusiye geleneğinin örneklerini günümüzde de görürüz, hoş.
Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Ölümden Sonra” şiirinin incelendiği yazı dikkat çekici. Tarancı bu şiiri yazdığı dönemlerde Kemal’e okuyor, Kemal şiiri ezberliyor. O zamanlar malum, şiir defterleri var, sevilen şiirler bu defterlerde toplanıyor, bir nevi kişisel antoloji. Diğer yandan ezberleniyor da bu şiirler, sözlü gelenek olarak da varlığını sürdürüyor. Neyse, şiir basıldığı zaman Kemal görüyor ki ikinci bölüm tamamen değişmiş. İlk halini ikinci versiyonla birlikte veriyor, edebiyat tarihçileri için önemli bir bilgi bu ama duyarsızlıktan, edebiyat tarihçilerinin gazetelerde çıkan yazılarla pek ilgilenmediklerinden şikayetçi Kemal. Kendisiyle birlikte pek çok yazar edebi eserlerin oluşum aşamalarıyla ilgili bildiklerini, hatırladıklarını gazetelerde yazmış, araştırmacılar bu gazetelere de bakmalılar kısaca, eksiksiz bir çalışma için şart bu.
Hilmi Yavuz’un Bedrettin üzerine şiirlerinin Nâzım’ı gönendirebileceğinden bahis, ardından “Hüsam”la tanıklıklar. Yeditepe‘yi çıkaran Hüsamettin Bozok’u 1940’lı yıllarda tanıyor Kemal, Yeni Adam‘da yazılar yazan Hüsam ara ara CHP’ye çatıyor, Zola’nın yoksulluk edebiyatından ve Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın enfes yazarlığından bahsediyor sık sık, Kemal kızarmış bu yüzden, Gürpınar’ın o kadar övülecek nesi olduğunu sorarmış. Sonra A. Kadir’le birlikte bir ansiklopedi için çalışmış, patronu Server İskit koruyup kollamış Hüsam’ı, Hüsam’a göreyse bir güzel sömürmüş. “Zaten, bizim memlekette en kolay sömürü solcu çalıştırmaktır. Ücretine zam istediği zaman, ‘Polis geçen gün geldi, seni sordu,’ dersin. Sesini kısar, ondan sonra sömür sömürebileceğin kadar. Adamın sesi çıkmaz, kovulacağım diye ödü kopar.” (s. 32) Ardından Yeditepe yılları geliyor, şiirimiz yeni soluklara açılıyor. Kemal amiyane tabirle beleşçi biraz, arkadaşlarının çıkardığı dergilerin kendisine yollanmasını istiyor, Hüsam’a da laf ederek kavuşuyor dergilerine. Tam sömürülme sayılmaz ama garip bir olay da Hilmi Yavuz’un başına geliyor, Varlık‘ta çalıştığı sırada “muteber” gazetelerden birinde çalışan arkadaşları iş teklifinde bulunmuş. Yavuz basmış istifayı, öbür taraf sözünden caymış, ortada kalıvermiş. Kemal’e anlatıyor bunu, Kemal şaşırıyor, fikir arkadaşlığından bahsediyor. “Gözlerime baktı.. ‘Sen de bunları yutuyor musun ağabey?’ der gibilerden.. Sesimi çıkaramadım. İki çocuğu var, iki lisan bilir. Ev gailesi.. Tanınmış bir aydınımız.. Sonra böylesine bir laubaliliğe kurban git.. Sağ olanda neler göreceğiz?” (s. 59) Kimin kimden olduğu, arkadaşlık, dostluk birkaç örnek dışında muğlak o zamanlar, kişisel ilişkiler mevzu işe gelince tavsıyor, ilginç durumlar ortaya çıkıyor. Ataç’ın Orhan Veli’yi övdükten sonra edebiyat camiasının Orhan Veli’yle alay etmeye başladığını Melih Cevdet anlatıyor, Oktay Rifat’la birlikte Ataç’ı darp ettiklerine dair hiçbir şey söylemiyor ama. Meral Ataç Tolluoğlu’na göre ikisi daha sonra defalarca özür dilemişler ama başka bir gün Melih Cevdet, Ataç’a ciddi ciddi vurmuş, vurduğunu inkar etmiş sonra. Can Yücel’in İlhan Berk’i yere yatırıp zorla para alması da var, söylenene göre İlhan Berk bir gün meyhanede herkese içki ısmarlayacağını söylüyor, etrafındakiler dağılmasın diye. Basıp gidiyor sonra, kimsenin borcunu ödemiyor. Can Yücel sinirleniyor, yolda gördüğü Berk’ten parasını zorla alıyor, Berk’in, “O benim kira param!” demesine rağmen. İşin magazin yanı bu ama ne kadarı kişisel, ne kadarı edebi hazımsızlıktan kaynaklanıyor, bilinmez.
Pek çok hikâye var bu kitapta, hepsi oldukça ilginç. Kemal de pek hoş anlatıyor, meraklı okur kaçırmasın. 1940 sonrası edebiyatımızdan portreler olarak da okunabilir.
Son bir şey, şarkıyla ilgili. Şarkı Cenk Eroğlu’nun, 1990’ların başında çıkardığı albümde varsa da ben Tüzmen’in yorumuyla ve güzel klibiyle biliyorum, ilkokula giderken televizyonun başında bu şarkı çıksın diye beklerdim. Yıllar geçti, ben Cenk Abi’yle tanıştım, Zekeriyaköy’deki evinde iki şarkı kaydettik arkadaşlarla. Dünya tatlısı, orijinal bir insan. Babası gibi o da stüdyodan çıkmıyor, ev kayıtlarıyla uğraşıyor falan. Pandemi zamanında süper bir işe girişmiş, Tüzmen’le düet yaparak şarkıyı düzenlemiş, klip de çekmişler. Keşke orijinal klipteki gibi eşi Ebru Eroğlu’yla yan yana çalsalarmış diyeceğim ama Tüzmen var, klibin sonunda Cenk Abi’nin sıkı gitarist olan büyük oğlu var, yeterli. Dış çekimler muhtemelen evin bahçesinden, Tüzmen’in şarkıyı söylediği yer de Cenk Abi’nin stüdyosu. Yani ben aşırı duygulandım, nostaljiye kapıldım, yirmi beş yıl sonra şahane bir sürpriz oldu, günümü gün etti bu mevzu.
Cevap yaz