Tam şu nokta, sonrası. “Maruz kaldığımız rüya” Blecher için nesnelerin animistik bir nitelik kazandığı dünyaya dönüşmüştür çünkü Blecher on yıldan fazla bir süredir yatağa mahkumdur, dünyayı deneyimleme biçimi düşünsel edimlere indirgenmiştir. Yankısız odanın bir nevi muadili. Uyaran eksikliği yüzünden zihin kendi uyaranlarını yaratarak ihtiyaç duyduğu veriyi sağlıyor, Blecher’in durumunda bu veriler hastalığından önceki yaşam pratiklerinden ve yatağa bağımlılığın maruz bıraktığı düşünce akışlarından elde edilir. “Duvardaki sabit bir noktaya gözlerimi dikip bakarken, zaman zaman kim ya da nerede olduğumu artık bilmediğim hissine kapılırım.” (s. 37) Bu sentez, gerçeğin boş levha üzerine kazınmış biçimini bilinçten siler, tam da bu noktada anlatıcının “gerçekdışı” dediği noktaya varırız, zira var oluşun yeni biçimi kısıtlı bir şimdiliğin etkisindeki yaşamsal deneyimlerin geçmişi baştan kurmasından ibarettir. Ampirik veriler nesnelerin tözünü bilinmeyenden kurtaramaz, idealize edilmiş dünya anlatıcı için yaşama dair yeni kodlar üretmiştir ve bu kodlar hatırlanan her bir anı parçasını oluşun yeni düzlemine yerleştirir, anlatı düzlemidir bu aynı zamanda, dile gelmelidir, bu yüzden gerçekdışılık oldukça acildir, anlatıcı istical ederek anlatır, sarmallar oluşturarak nesnelere, yaşamının parçalarına durmadan döner, bir şeyler sabitlemeye çalışmaktadır. Blecher’in durumunu düşündüğümüzde ironiktir bu, şeylerin gözlemcisi ya sürekli devinir ya da düşüncelerini devindirir. Zaman kıtlığının aciliyet doğurduğunu söyleyebiliriz bir yandan, Blecher yirmi sekiz yaşında göçüp gitmeden anlatmak istemiştir. Metni yazarından ayırsak da yaşamla anlatının izlekleri birbirine öylesine yakındır ki mesafeyi korumak zor. Metnin çevirmeni Suat Kemal Angı’nın, Andrei Codrescu’nun ve Herta Müller’in yazıları bu mesafeyi yok etmeye teşnedir, her üç yazıda da Blecher’le metinleri arasındaki koşutluklar açığa çıkarılır. Angı’nın yazısında metnin “Romanyalı bir dehanın acilen yazmak zorunda olduğu roman” olduğu söylenir, gözlem-betimleme-şiirsellik üçgeninden bahsedilir. Blecher’in metni gücünü çok kişisel bir yazma biçimine borçludur, kişisel yıkım II. Dünya Savaşı’nı önceden görüp haber vermesiyle kâhince bir özellik de kazanır. “Nesnelerin sıradanlıklarına ve gözle görünür kesin biçimlerine tahammül edemeyen, ama onlarla kuşatılmış olmayı da kabullenemeyen bir yazar.” (s. 9) Angı’nın bu yorumunu açabiliriz. Nesneler tek bir duyuyla algılanmak zorundadır, bu yetersizliğin bilincindelermiş ve daha fazlasını isterlermiş gibi olduklarından farklı bir varlık düzleminde değerlendirilirler. Anlatıcı düş gücünün sınırsızlığını dizginleyecek yaşantıları sağlayamadığı için görüngülerin potansiyellerini de anlatmak zorundadır. Fenomenler zorla bilince girip taşarlar bir de, anlatıcı dış dünyanın saldırısı altındadır, parçası olamadığı evren kendi diliyle kendini anlatmaktadır, şiirselliğin kaynağıdır bu. Sıklıkla kullanılan sözcükler iki dünyanın dengesinden doğmuşsa eğer, anlatıcının dengesi bozuk deneyimleri yeni anlamları doğuracak, söylem realist kavrayışı aşacaktır. Angı otobiyografiklik konusunda akıl yürüterek kurmacanın asgari düzeyde yer aldığını düşünüyor bir yandan, anlatıcının kendini iki kişi olarak görmeye başlaması gerçekle gerçekdışının çatışmaya başladığı nokta olarak görebiliriz. Anlatıcının Platoncu bir bakış açısına sahip olduğunu söylemek aşırı yoruma kaçmaz herhalde, bütün katmanlar bir aradaymış gibi değerlendirilir. Codrescu “dünyanın gerçek olmadığını fark ettikten sonra dünyayı görünür haliyle bellekten silen bir hikâye anlatma” eylemi üzerinden değerlendirir metni, Blecher’in Gerçeküstücülükle bağlantısını ve yazarın akımdan ayrıldığı noktaları inceler, Proust’un anlatısıyla Blecher’inkini kıyaslar. Metne bakalım, anlatıcı nesnelerle ve kişiliğiyle ilgili kısa bir girizgâh sunar, ardından sokağı anlatmaya başlar, mekânlara girdiği zaman baş dönmesi ve baygınlık hissettiğini söyler. Şimdinin geçmişi etkilediğini düşünebiliriz, hareketsizlik yılları ziyaret edilen mekânların havasını da değiştirir. Kasabanın diğer ucundaki su kenarına gittiği zaman gördüğü bataklığı hatırlar, toprağın yumuşayıp çöktüğü noktaları korkunç yaralara benzetir, ardından anaforlarla dibe çekilmekten korkar. İlerleyen bölümlerde suyun içine girip kökleri su altında kalmış bitkilere, ağaçlara dönüştüğünü görürüz, doğanın bir parçası haline gelecek kadar bütünleşir hisleriyle, bilincini ardında bırakır ve başka bir forma kavuşma arzusunu dile getirir.
İkinci bölümden itibaren anlatıda cinselliğin önem kazandığını görürüz, dikiş makineleri satan Eugen’in dükkânına gider anlatıcı, adamın çaldığı kemanı dinler, diğer yandan Eugen’in kardeşi Clara’yı gözlemler. Clara parktaki simitçinin gösterdiği pornografik bir kartpostaldaki yarı çıplak kadına benzemektedir, anlatıcı biçimli vücuda, güzel bacaklara bakarken sonuna kadar gitmek ister. Bir gün “bir hokkabazın bir araya getirebileceği denli uyumsuz nesnelerle inşa edilen bir yapı” niteliğinde garip bir olay gerçekleşir, oldukça üstü kapalı bir şekilde aktarır anlatıcı, sevişirler. Kadının davranışları değişmez, anlatıcının arzusu katlanılamaz bir hale gelir, ziyaret ettiği doktorun yazdığı acı ilacı yaşadığı tatlı deneyimlerin karşılığı olarak görür. Anlatının tamamı kapkaranlık bir tona sahip, bu yüzden doktorun kendi kafasına sıkmasını yadırgamayız, olay akışını bir anda kesen bu gelişme gerçekdışılığa uygundur. Ara sıra ortaya çıkıp oğlunun/anlatıcının kıçına şaplak atan babanın varlığını da kanıksarız, bir korku ögesi böylesi bir karanlık dünyada elzemdir, yıllar geçse bile her an bir yerlerden çıkacak gibidir. Garip maceralarda babanın kızacağı pek çok şey gerçekleşir ama anlatıcı keşfetmekten geri durmaz, bir kezinde yakın arkadaşı Walter anlatıcıyı bir mahzene götürür, kızları oraya getirdiklerini söyler. Cebinden çıkardığı tüyü göstererek o tüyle kızlara dokunduklarını söyler. Uyumuş mudur anlatıcı, Walter’ın sarsmasıyla kendine gelir, arkadaşının kasığına eğildiğini, ağzıyla “elemana bastırdığını” görür, neler olduğunu hayatı boyunca anlamaz. Walter ortadan kaybolunca mekândaki leş kokusunu alır, hayvan mezarlığının ortasındadır. Oraya bir daha hiç gitmez, Walter’ı da bir daha görmez ama sonraki bölümlerde Walter’la yaşadığı olayları anlatmaya devam eder. Gerçeğin yerini imgeler ve semboller alır, havada uçan heykeller belirir örneğin, anlatının nereye varacağı belirsizleşir. Gerçi zihinsel bir durumu kuşatma çabasıdır bu anlatı, dolayısıyla başlangıcıyla sonu belirsizdir, amaç yoktur. Müller bu belirsizliğin kimlik probleminden doğduğunu söyler, duygusal altüst oluşların sebebi anlatıcının hangi dünyaya ait olduğunu, daha da önemlisi bir dünyaya ait olup olmadığını anlama çabalarıdır. “Onun kitaplarını okuduğunuzda gözlerinize inanamazsınız. Bu başyapıtın yazarı sadece yirmi beş yaşındaydı ve hastalık onu çoktan güçten düşürmüştü.” (s. 27) Rumen edebiyatçılar Ionesco’nun sert eleştirilerinden deli gibi çekinirlermiş o dönem, Bierce gibi acımasız olabiliyormuş Ionesco ama beğenmiş Blecher’in metnini, övmüş. Buna rağmen kitap hiçbir zaman ticari başarı elde edememiş, yayımlanmasından kısa bir süre sonra savaş patlak vermiş çünkü. 1990’da basılan Almanca versiyonu da başarıyı yakalayamamış ne yazık ki, gözlerden uzak kalmış. Kolay bir metin olmamasının etkisi büyüktür bunda, Müller’e göre anlatıcı sadece insanlarla etkileşebileceği bir tarzda nesnelerle iletişime geçer, duygusal algının erotizmine kapılarak bir zamanlar kadınlara gösterdiği ilgiyi nesnelere göstermeye başlar, gerçekliğin boyutlarını birer birer keşfeder. “Nesneler bilindik isimlerini elbette muhafaza ederler, ama görünüşleri ve nitelikleri bütünüyle yenilenmiştir.” (s. 29) Blecher bilgiyi akılla değil, duygu ile elde eder, ketlenmiş yaşamını somut dünyaya tasavvur penceresinden bakarak zenginleştirir, acılarını da zenginleştirmiş olur. Yaşamı o kadar katılaşmıştır ki duygularını ayıramaz, zaman geçtikçe sadece güzel anıların kalacağına dair inanç yıkılır, böyle bir şey anlatıcı için söz konusu değildir bile. Demir gibi bir iradenin kendini yıkamayıp salladığını görürüz anlatı boyunca.
“İçsel yıpratmanın erotikleştirdiği dünya” der Müller, özeti budur. Okunsun.
Dostum, genel olarak yazını çok beğendim. Ancak paragrafları biraz uzun tutmuşsun. Uzun paragrafları bölerek ara başlıklar kullanırsan daha iyi olacağını düşünüyorum. Başarılarının devamını dilerim.
https://gezerokur.com