Christine de Pizan’a göre kadın düşmanı gayet kibar, tatlı dilli, koruyucu ve âşık olabilir, düşmanlık tarih öncesinde biçimlenen kurumların devamlılığını sağlamaksa bal şeker bir erkek aslında zehir zıkkımdır. Kadın cinselliği erkek onurunun anahtarıysa, eril tahakküm işyerinde, evde, kamusal alanlarla türlü şekillerde ortaya çıkabiliyorsa düşmanlığa örtük bir onay, eşitliğe karşı tepki var demektir. Ki var, feminizme gerek olmadığını, eşitliği kendi hassasiyetiyle sağladığını söyleyen bireyler feminizmin zaten kazandığını, karma eğitim gibi gelişmelerin bu bağlamda başlı başına bir gösterge olduğunu öne sürerek her kültürde mevcut olan eşitsizliği görünmez kılıyorlar Daumas’ya göre. Kadın düşmanlığı ve centilmenlik taşıdıkları anlamla iki uç noktayı işaret ediyor gibi görünse de “centilmen” kişinin kibarlığı biraz eşelenince kadınlara karşı tutumun en iyi ihtimalle kadının “potansiyel saldırganlığı”na karşı bir tür savunma duvarı olduğu ortaya çıkıyor, son bölümlerde göreceğiz. Kavramların açıklandığı giriş bölümlerine bakalım: cinsiyetçilik 1960’larda türetildiği zaman hemcinsin kayrılması gibi spesifik bir olguyu işaret ediyordu, centilmenleri süzme cinsiyetçiler olarak görebilirdik. Bunun yanında mizojini çok daha eskiye giderek kadın düşmanlığının sistemleşme biçimlerinin tarihi seyrini birçok daldan takip etmemizi sağlıyor. Rönesans döneminde ilk kez rastlanan bu kavram kadınları kendi dünyalarına almayan kodamanların durumlarını ifade ediyordu, “kadınlarda erdem tanımayan kişi”. 16. yüzyıldan itibaren kadınlar kendi ortamlarını kurmaya başladılar, sanatı desteklediler, en başta birbirlerini desteklediler ve her alanda yavaş yavaş görünmeye başladılar. Cadılar, Ebeler ve Hemşireler bu dönemin birkaç yüzyıl öncesinde kadınların bilimden, toplumdan ve en önemlisi yaşamlarından nasıl koparıldığını süper anlatır, Rönesans’la birlikte görece daha ılımlı bir ortam oluşuyor ama “hanımefendiler meclisi” de aşağılanacak, kadınların önemli konumlara gelmeleri engellenecek. Yazı çizi işlerinde durum daha iyi görünüyor: “Rönesans dönemine özgü bir feminizm-öncesinden söz edebiliyorsak, bu yalnızca kadınlara hasredilecek bir dinamikle değil, aynı zamanda aydın erkeklerin desteğiyle açılmış olan bu gedik sayesindedir. Kadınların öğrenme açlığı, yani erkeklerle aynı manevi haklara sahip olma isteği yeni bir şey olmamakla birlikte, buna uygun koşullar 16. yüzyılda oluşmuştur.” (s. 24) Daumas iktidar ve bilgi konusunda kadınların önünde yükselen duvarlardan bahsediyor bu gelişmelerin ardından, kurmaca metinlerde kadınların yazarlığı aşağılanıyor, kraliyet çevresindeki kadınların ayrıcalıkları ve masrafları lanetleniyor, kralların yapması gereken ilk işin kadınların çenelerini kapatmak olduğu söyleniyor, bir dünya laf. Edebiyat alanında durum: “Sınırı aşmak olarak algılanan yayıncılık serüveninde, soylu ve burjuva ailelerden gelen seçkin kadın yazarlardan mürekkep küçük bir topluluk bu uğurda şereflerini ve saygınlıklarını tehlikeye attı. Kitap yayımlamak bir kere kadının iffetine aykırıydı: Aydınlanma’ya kadar, bu macerada itibarını tehlikeye atmaya cüret etmek için ya dul, ya kız kurusu ya da özgür düşünceli bir kocayla evli olmak gerekirdi.” (s. 29) “Kız kurusu bir kocayla evli olmak”, bunu görmezden gelelim, 1630’larda hakaretler ve bayağılıklar artar, cadı avının bu dönemde doruğa çıkması manidar. Yine de burjuva seçkinlerinin ilgisi itici güç olur da kadınlar yazmaya devam ederler, Paris’in dışına taşan bir deniz. Diğer sanat dallarında da hareketlilik vardır, kadınlar her alanda varlıklarını gösterdikleri gibi tepkilerle karşılaşırlar, mesela tiyatrolarda yan rollere mahkum edilirler, metinlerini basacakları matbaa bulamazlar, “kadın akademisi” ukalalık suçlamalarıyla engellenir ama “kadın salonları” edebiyatta bir yan rol olarak görülüp kısmen kabullenilir.
Açık bir kadın düşmanlığı veya feminizm karşıtlığı doğrudan engelleyici, örnekleri yukarıda. Görünmez veya kuşatıcı kadın düşmanlığı baş belasının âlâsı, içinde yoğrulduğumuz -erillikten ikrah ettiğim için kendimi de yoğrulanlar arasında görüyorum- dünyanın yapıtaşı. Gizli ayrımcılıkları ortaya çıkarıyor, konumları sanki öyleymiş, değişmezmiş gibi sunuyor, bir güzel yerleştiriyor insanları. Montaigne’den bir örnek: kadınların bilgiyle ilişkilerindeki eksiklikleri görülmeyecek gibi değil, bir kere ruhları sıkı ve dayanıklı değil, bu yüzden dostluk da kuramıyorlar. Bu yüzden kadınların ilgilenmesi gereken tek bilim dalı ev işleri, hani biraz tarih ve azıcık felsefe de iş görür, o kadar. Erkeklerle boy ölçüşmek istiyorlarsa, meraklılarsa, eğlenmek istiyorlarsa şiir yazmaları da önerilebilir. Daumas’ya göre kadınların gerçek dostluk mertebesine ulaşamayacakları fikri kuşatıcı mizojini, hani verili hal buymuş, bundan başka bir gerçeklik düşünülemezmiş gibi. Kadının eğitimi arıza mı çıkarıyor, kaldırılsın, bu da feminizm karşıtlığı. İlk maddenin örneği kadınların araba kullanamadıkları fikri, direkt. Şematik betimlemelerle nesneyi indirgemek, basitleştirmek. Kadınların kurumsal hayatta birbirlerini “ezmeleri”ni içeren üfürme bir teori vardı, arı kovanı teorisi mi ne, kökünde yine erillik vardır. Kadınların niye öyle olmalarında veya erkeklerin niye böyle olmalarında her türlü erillik var, kodlar çok geriye gidiyor, bu araba olayında binlerce yıl öncesinin “kadınlar bilimden anlamaz” görüşü gizli. İlerlemeden bahsetmek de tehlikeli Daumas’ya göre, eşitsizliklerin küçümsenmesi hatta reddedilmesi eğilimine yol açıyormuş, tam bir eşitlik sağlanmadığı müddetçe kadınlara “verilen” eşitlik kırıntıları birilerinin gözünde “ahlaksızlık” olmaya devam ederken kuşatıcı mizojini içinde ilerleme emareleri alkışlanacak, kadına yönelik şiddet görülmeyecek, eşitsizlikler farklılık olarak değerlendirilecek, kadınların olmaları gerektiği konumda olmaları istisna kurallarına bağlanacak, kadının rızasına dair argüman her yerden pörtleyecek, eşitsizlikler onaylanmayacak da yerleşik ve değişmez bir düzene inanılacak. Günümüze yaklaşalım yine, 1970’lerde “cinsel taciz” diye bir terim yokmuş, erkekler için erkekler tarafından yapılan kentlerde söz gelişi statlar hem canavar gibi para yiyor hem de eril ruhu güçlendiriyormuş, tabii film endüstrisindeki ücret eşitsizliğinden de bahsetmeli. Gerçi son yıllarda bu durumu değiştirmek isteyenlerin sesi gürleşti, iyi oldu, aynı durum kadın sporcuların erkeklerden daha düşük ücret almalarında da yaşandı. Reklam gelirleri, şu bu, sanki yerleşik bir ekonomi kanunu gibi benimsenmiş ama daha eşitlikçi bir düzenleme mümkün. “Kadın cinayeti” kavramını kullanmayı sevmeyen basına bakalım, “ırkçı suç” var ama “kadın düşmanı suç” yok, hatta erkekler onca kadının öldürülmesine onca erkeğin de öldürüldüğünü söyleyerek kontra yapıyorlar da erkeklerin erkekleri öldürmesiyle bunun ilgisi ne, mevzu kadın cinayetlerini bir açıdan meşru kılan eril tahakküm, mizojini, sosyal eşitsizlik değil mi? “Erkek düşmanlığı” diye bir terim varsa da ne kadar geriye gider acaba? François Mauriac’ın dediği evlere şenlik, konuyla alakalı: ortalama bir kadın lisansını tamamlar, akıl yönünden eşit olduğu erkeklerle aynı yoldadır ama bunun tek gerekçesi “kendi doğal eğilimini takip edememesi”dir, kültürü sadece kültür olduğu için sevse bile erkek arkadaşından daha az şansı olacaktır. Kadın eşitsizliğe her açıdan mahkum edilmiş gibi görünüyor, erkeklerin lütfedip her alanda yer verdiği kadınların yapıp ettikleri cam bir kavanoza konarak değerlendiriliyor adeta, bu durumda eşitlikten söz etmek mümkün değil.
Daumas aşk ilişkilerinin tamamen eril bir kurguya bağlı kalarak ilerlediğini söylüyor, erkeklerin geçmişten gelen bir üstünlükleri var. Kadınlar cinsel macera nesneleri olarak görülürler, “mirastan men” tehdidi ortaya çıkınca erkek kadını hemen bırakıp babasının kucağına koşar, hani insaflıysa çocuğu için üç beş bir şey atar, kadınlar şefkatli ve anlayışlı taraf olmalıdır ki çocuklarına iyi bakacaklarını göstersinler. Gidiyor böyle. Yüzeysel anlattım, Daumas açıyor da açıyor. Şiddetle tavsiye.
Cevap yaz