Matt Ruff – Lovecraft Country

Dizisini az izleyince kitabını okumak istedim, iyi olmadı ama kötü de olmadı, öyle alelade bir eylemdi. Ruff’ın aralara sıkıştırdığı dehşetengiz olaylar hikâyenin en ilginç kısımları bence, Siyahiler emlak katakullileriyle ev alabiliyorlar anca da gecesine yanarak ölebilirler, kukuletalı üç beş adamın öfkesine bakar. Polislerden çektikleri ayrı, günbatımı kasabalarında halkın tepkisi ayrı, dünya çok korkunç onlar için. Numarayı açık açık ortaya koyana kadar iyi tokuşturuyor ikisini Ruff, Lovecraft’in burun kıvıracağı ezoterik nanelerle ırkçılık paralel ilerliyor, uyuşuyor ama o nedir, sonda esas tayfa kötülüğü alt ettiği zaman esas suçlu uyarıyor, yenilmişse de başka okült oluşumlar var Amerika’da, başka doğa filozofları, büyücüler, zırtapozlar var, herkes peşine düşecek tayfanın. Esas oğlan Atticus durur mu, yapıştırıyor cevabı: Siyahi oldukları için yeterince tehlike altındalar, korkacak bir şey yok. Meh. Hikâye boyunca gördüğümüz mambo cambonun haddi hesabı yok, katil oyuncak bebeğinden torpido fişekleyen mini denizaltısına, hayaletinden uzak diyarların kozmik dehşetlerine her türlü zımbırtı mevcut, bu şekil hareketten az sonra kıçını keserler de farkına varmaz Atticus. Göze giren aşırılıkları saysak metnin ince ayara ihtiyacı olduğu açığa çıkar, misal başka galaksilere, başka gezegenlere açılan geçit aşırı üfürükten. Her karakterin ırkçılığa maruz kaldıkları en az bir hikâye var, karakter gelişimlerinde bu hikâyelerin etkisini görüyoruz, Hippolyta’nınki çocukluğunda astronomiye gönül verdikten sonra ortaya çıkıyor. En başta ekonomik ayrımcılık var, Siyahiler doğru düzgün iş bulmakta zorlandıkları gibi patronların her türlü zulmüne maruz kalıyorlar, Hippolyta bu durum yüzünden babasının desteği kesilince uzay araştırmaları sevdasını bastırmak zorunda kalıyor. Yeni keşfedilen Plüton’a isim konulacağı sırada sesini duyurma çabaları, sonrasında hayal kırıklığına uğraması yan hikâyenin iç burkan olayları olarak öne çıkıyor da bu katı gerçekçiliğin ardından güllük gülistanlık öte gezegene gitmek, eh, bari Cthulhu Mitosu etrafında yazılan öykülerdeki gezegenlerden biri ikisi gösterilseydi, Yüce Eskiler’i görmeyelim de shoggoth çıksın piyasaya bari, diziye koymuşlar da metinde yok. Plüton’un anılmasıyla bir bağlantı kuruluyor ama çok çok çok uzak yine de, yetmez. Öte gezegende ne var, zengin Winthrop efendinin kurduğu ileri teknolojiye sahip bir tesis, tesise hapsedilen malikâne çalışanları, umutsuzluk. Hippolyta geri dönmeyi başardığı zaman ırkçı saldırıya maruz kalacakken yanında getirdiği bir zamazingonun yardımıyla -sürprizleri mahvetmemek için az bilgi- hacamat ediyor adamları, esas hikâyede bıraktığı boşluğu doldurmak için evine dönüyor. İnce kurgu oyunları iyi ama Ruff’ın, Hippolyta’nın oğlu Horace annesi için bilimkurgu çizgi romanları çizerken karakterlerden birinin adını annesinin adından yola çıkarak koyunca düşman kötülerin -dost kötü var ama düşmanlaşacak sonda- köfteyi çaktıktan sonra tebelleş olmalarına yol açıyor, bu tür ince bağlantılar yürütüyor hikâyeyi, güzel. Onun dışında ne gerilecek ne korkacak dalgalar var romanda, yaşlı başlı adamların çocuklar gibi maceradan maceraya koşmalarını, bütün doğaüstü olayları hemen kanıksamalarını izliyoruz, büyüyü o kadar iyi öğreniyorlar ki kendi büyülerini yapıp kaç neslin gücünü taşıyan, işinde uzman bir ustayı indiriyorlar aşağı. Neal Stephenson övmüş bu romanı, bu daha da can sıkıcı. Anathem‘i yazmış insansın sen, ne demek ya.

Olay şudur ki başı belaya girecekmiş bu ailenin zaten, atalardan kalan günahlar cabasıymış. Braithwhite ile Turner aileleri arasındaki ilişki plantasyon zamanlarında kuruluyor, sahibin köleye tecavüz etmesiyle soyun bilinmeyen bir dalı ortaya çıktığında aşağı yukarı yüz yıl sonra torunların karşı karşıya gelmeleri kaçınılmaz. Bilmem ne kapısını açacak veya ne bela bir gücü serbest bırakacak ayin için Montrose’u, Atticus’ın babasını kaçırıyorlar, üvey amcası George’la birlikte yollara düşen Atticus babasını bulmaya gidiyor, yanlarına Letitia’yı da alınca kadro üçe çıkıyor. İlk serüven bunlarınki, tabii yola koyulmalarından önce aile hakkında bayağı bir şey öğreniyoruz, karakterlerin işleri güçleri de tamam. Atticus askerden dönmüş, George’un hazırladığı rehberin üzerinde daha sonra duracağım, Letitia gibi binlercesiyse çıkış yolu arıyorlar hayatlarını daha iyi hale getirebilmek için. Montrose’dan haber gelince yola koyuluyorlar, bir sürü badire atlatıyorlar tabii, geçtikleri bir kasabanın şerifiyle çatışmaya girmeleri dahil. Caleb Braithwhite’ın piyasaya çıkıp bizimkileri kurtardıktan sonra evine götürüyor, konukları iyi ağırlıyor ve ölümlerine hazırlıyor. En azından babası Samuel’ın bildiği bu, ayin başlamadan önce hazırladığı planla Atticus’ın bütün yüce kişileri yakıp kül etmesini sağlıyor Caleb, sonrasında bizimkileri göz hapsinde tutarak asıl planını uygulamaya geçiriyor: ülkedeki bütün toplulukları bir araya getirerek doğanın sakladığı bilgileri açığa çıkarmak için yalan dolan, ihanet, yardım görünümü altında hainlik, itlik ve hergelelik. Tıkır tıkır işletir planı bir yere kadar, Letitia’nın kardeşi Ruby’ye bomba gibi bir beyaz kadın olmasını sağlayacak iksiri sunar, kadın vasıtasıyla elde etmek istediğini alır. Her karakterin bir yan hikâyesi var ana çizgiden kopmayan, son bölümde bütün bu hikâyeler bir araya gelene kadar kimse bir diğerinin ne yaşadığını bilmiyor, biliyorsa da çok az biliyor. George’la üvey kardeşi Montrose’un İsimler Kitabı‘nı bulmak için bilmem hangi okültistin dünya para verip yaptırdığı boyutlar arası kapıdan geçtiklerinden kimselerin haberi olmuyor. O da ilginç, küreye benzer bir yapıya giriyorlar, aslında sokağın karşısındaki kahvecide olmaları gerekirken teoride, kapkaranlık bir yerde ilerleyip Caleb’ın istediği kitabı tuzaklı hededen çıkarmaya çalışıyorlar. Yer çekimi yok bir yerden sonra, sandığa ulaşmaya çalışanın beline ip bağlıyorlar da öyle. Sandıktan çıkan mini denizaltıdan bıçaklar çıkıyor, meğer ezoterik tarikattan biri de gelmiş yıllar önce ama yer çekimi numarasını bilmediği için havada asılı kalıp ölmüş. Alacakaranlık‘ı okur gibi okudum bu metni, sonu tatmin etmedi, vıjt diye bitti gitti. Bundan sonra ne anlatacağımı bilemediğim için en sert hikâyeyle bitireyim bari: rehberdeki bilgileri güncellemek isteyen bir Siyahi yola düşer, malum kasabalardan birinden geçmek üzereyken sınırda beyaz bir polis tarafından durdurulur. Rehber o dönem Siyahilerin nerelerde rahatça kalabileceklerini, konaklayabileceklerini, yolculuk edebileceklerini gösteren yegâne kitaptır, çok önemlidir yani. Neyse, adamımız durdurulur, sorguya çekilir, polis tipik polistir, Siyahi tipik Siyahidir, canını kurtarmak için oradan bir an önce uzaklaşması gerekmektedir çünkü güneşin batmasına pek bir şey kalmamıştır, kasabanın sınırlarının dışına çıkamazsa beyazların avı haline gelecektir. Polis durumdan memnundur, eğlenir, sınırı geçmek için saatte şu kadar hızla gitmesi lazımdır Siyahinin ama hız limitini aşacaktır bu sefer, her türlü vurulacaktır yani. Oyun heyecan vericidir, polis adamın milimle kurtulmasını sağlayacak kadar zaman tanır, adam arabasına atladığı gibi basar gaza. Ölüme bir çimbik uzaktadır, neyse ki sınıra çok kalmamıştır artık. O ne, dikiz aynasından polisin tüfeğini kaldırdığını görür çünkü zaman dolmuştur, tam tabelayı geçerken öne eğilir ki saçmalar ve patlayan arka camın kırıkları kafasına saplanmasın. Dizide değiştirilmiş biraz, şu.

Hayaletli ev bölümünde Winthrop nam ailenin reisi evi basan beyazları çat çut indiriyor, okültistlerin ırk ayrımıyla neredeyse hiç ilgilenmemeleri garip. Siyahi tayfaya ihtiyaçları var, tamam da bir iki laf etseler yine olurdu. Bu arada metnin son okuması düzgün yapılmamış, çeviride de sıkıntılar var, fenalık geçirtiyor bazen. Avrupa’da yaşayan canavar insansılardan bahsediliyor, Horace kurgulamış, kontrol etmeye üşendim ama orada bahsedilen kıta değil, Jüpiter’in uydusu bence, “Europa”. “Renkli evleri” yerine daha uygun bir tercih olabilirdi ayrıca, “coloured” başka türlü çevrilebilirdi.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!