Ayfer Tunç – Âşıklar Delidir ya da Yazı Tura

Michael Pollan’ın Arzunun Botaniği nam metninde şuna rastladım: “Olağan bilinci daha çok bir huni, hatta daha iyisi, bir kum saatinin incecik beli olarak düşünüyorum. Bu benzetmede zihnin gözü, geçmiş zaman ile gelecek zaman arasında dengede duruyor ve duyusal deneyimin sayısız tanelerinden hangilerinin bugünün dar ağzından geçip hafızaya gireceğini tayin ediyor.” (s. 148) Umut’un “Yazı”sını bu perspektife oturtmaya çalışacağım, Pollan aslında kimyasalların yol açtığı aşkınlık haline değiniyor ama kimyasal yerine geçen pek çok eylemden de bahsediyor, örneğin müzik dinlemek, manzaraya bakmak, baş dönesiye hareket etmek, transa geçmek, yürümek, koşmak, bedeni harekete geçirip zihni serbest bırakmak kısaca. Umut’un serbestliği genomunun bozukluğundan, Huntington’dan, zamanının kısıtından, bir süre sonra yaşamını kaybedeceğinden. Şimdiye, anlatının şimdisine tıkıştırmak zorunda hissettiği geçmişi ve annesinden kestirebildiği geleceği kayıp. Sanem’i ABD’de bırakıp dönmesinin sebebi bedeninin kontrolünü yavaş yavaş kaybederken geride güzel anılar bırakma isteği, diğer yanda hastalığının kaynağı annesinin yaşamıyla kendi yaşamı arasındaki koşutluk. Anlatmak zorunda Umut, ânını daha iyi işleyebileceği bir yolu yok, uzun süreli belleği ve motor kasları işlevsizleşene dek anlatacak, kendi kısmı ellerinin titremesiyle sona eriyor zaten. İki mesele var, Umut’un bunları bilme zorunluluğu yok: Bu bela hastalık genellikle kırk yaşından sonra ortaya çıktığı için annesini suçlamamalı Umut, kadın bencillikle doğurmuş olmayabilir çocuklarını, hastalığından habersizse suçu ne? İkincisi, ortaya çıkma ihtimali %50 olan hastalık ya Umut’a ya da abisine vurmayacak, ikisinin de hasta olma ihtimalleri %50, dolayısıyla Umut’un adlandırdığı şekliyle Sophie’nin, kaderin, herhangi bir ulu zırvanın seçimi değil ikisinden biri, abisinin hasta olmaması abisinin kendi şansı, yakınmamalı. Hafızasını bir arada tutmaya çalışması, hikâyesini derleyip varlığını yaşamına sabitlemeye çalışması pek az yakınma içeriyor gerçi, darmadağın anlatısı mühim. Sanem’in “Tura”sında diğer taraftan da göreceğiz ABD günlerini, Umut’un iki anlatı çizgisinden aileli olanı öne almalı, esas hikâye orada. Âşıkların deliliği, acıyla dolu iki insanın yaşamı duyuş ortaklığından doğan aşk, Umut’un ABD’de gördüğü hastalık evrelerinin besleyiciliği, bunlar diğer çizgide, bunlara da değinmeli, Umut sinir sistemi harap olurken hangi vücut fonksiyonlarının ortadan kalkacağını okuyor sağlık tesisinin duvarında, her bir arızayı ABD günlerinden sonraki yaşantısına oturtuyor. Türkiye’ye döndükten sonrasında anlatıyor, anlatı zamanıyla anlatılan zaman arasındaki bağlantıları iki çizgide de görebiliyoruz. Bilişsel işlemlerin bozulması, parçalı anlatı. Uzuvlarının beynini dinlememesinin örnekleri çok, diğer sorunlar da somut halleriyle ara ara karşımıza çıkıyor, Umut’un anlatmayı seçtiğince, istediğince. Tunç’un anlatım tekniğini şema çıkarmadan uygulamak zor, zamanlar arasındaki geçişin aniliği bir yana, adını anıp geçtiği insanların ve yaşandığını söylediği olayların ne zaman açımlanacağı belirsiz. Sarmal anlatı, yukarıdan bakıldığında hep aynı noktalardan geçildiğini görürüz ama yandan görünen manzarada noktanın, anlatımın hep yükseldiği, yer değiştirdiği, belli bir çembere bağlı kalmadığı görülüyor. Maron, Bernhard, daha da kimler kullanmıştır, Tunç pek hoş, özgünce biçimlemiş, usta işi. Mesele aile tabii, Sanem için de aile, Bernhard aileye karşı çıktığımızda kendimiz için bir şey yaptığımızı söyler de hangi metnindeydi bu, Umut tam olarak neye karşı çıkar, Sanem ölüme adım adım yaklaşan Umut’un karanlığına nasıl uyum sağlar, bunlar hep iyi bir metnin akılda bıraktığı sorular. Bilmem gerek var mı Umut’un veya Sanem’in aile trajedilerini anlatmaya, taşıyabilecekleri kadar hüznü yüklenmişler de birbirlerinin karşısına çıkmışlar. Bir iki olumsuz eleştiri okudum, Tunç’un acıyı kanırttıkça kanırttığını söylemişler de kısa bir zaman aralığını anlatıyorlar zaten, iki karakter de taşıdıklarını birbirlerini boca etmek istemiyor ki o aralık, aralığın kısalığında yaşanan, belki de yaşamlarındaki tek güzellik mahvolmasın. Bahis kısa bir süreden, kum saatinin boşluğundan bir kum tanesi geçesiye. Kanırtmaya lüzum var da bazı vecizelere lüzum var mı, belki bu eleştirilebilir. Tunç’un mecazları, metaforları, benzetmeleri çoğunlukla dört dörtlük, arada pek beylik birkaç cümleyi görmezden gelince üç dörtlük. Vals.

Algıların yanımızdan gelip geçme süreci çok yavaşlıyor. Hatta o kadar yavaşlıyor ki, bilinçli Ben, her bir algıyı parça parça, sırası geldikçe görüyor ve akla gelebilecek her açıdan (hatta bazen sahip olduğundan çok sayıda açıdan) inceliyor; ta ki, artık ‘olan’ tek şey kum saatinin belindeki sabit nokta — zamanın kendisinin bile duruyormuşçasına göründüğü o nokta.” (s. 148) Umut semptomları sıralıyordu, Sanem bir olaylar zincirinin, olayın, anının parçalarını hizalıyor, alt alta diziyor, akışı hızlandırıyor ama hipnotize edici bir yanı var bunun, Proust’un uzun cümleleri veya Perec’in listeleri ve sıralamalarıyla aynı etkiyi yapıyor, Pollan’ın değindiği mesele. İkinci alıntı da Pollan’dan, Sanem’in Umut’unkine benzer çabasını kuşatıyor, iki inşanın aynı sesi çıkarması rahatsız etmezse. Eder de etmemeli, aynı duyuşa sahipler, acıların derinliği yakın, Sanem’di sanırım su damlalarının buharlaştığını, bulutlaştığını, yağmura dönüşüp üzerlerine yağdığını söyleyen. Dünya üzerinde iki ruh, ikiz olmaktan çok uzaklar da mühim mi bu, var mı öyle bir ikizlik, şey, insanların yakınlığını aslında var olmayan bir olguya bağlamak ne saçma. Somut, kaskatı bir durum var burada, kadınla erkek tanışırlar, birbirlerini tartınca biri diğerine aşağıdan veya yukarıdan bakmadığını görür, sonra erkek kadına kısa süre sonra öleceğini söyler, kabullenmişlikle söyler bunu, birçok yan hikâyeyi anlattıktan sonra söyler, kendi bölümünde İstanbul’daki doktorunun insan sevmezliğini, ailesinin iğreti davranışlarını, babasının herkesten gizlediği ilk kızı ortaya çıktıktan sonra abisiyle verdikleri tepkileri, annesinin intiharını anlattıktan, okura, kendine veya herhangi birine anlattıktan sonra söyler, aslında sıralama böyle değildir de okur da karıştırır zamanı, anlatıcının anlattığı şekilde kurmaz da kendi sıralamasını uydurur, anlatılanları o sıralamaya uydurmaya çalışır, neyin neyden önce veya sonralığını umursamaz. Hastalığına, kaderine “Sophie” demiştir Umut, “bilgelik”, ölümlülüğü tam olarak anlamanın, yaşamının bir noktada biteceğinin ve geride kalan her şeyin devam edeceğinin, aslında tek bir âna sıkıştığının vardığı. Mevzu Sanem, birinden diğerine hemen geçebiliriz, ABD’de karşılaşıyorlar ve âşık oluyorlar ama bu aşkın destansı anlatımı yok, sevişmeleri tek bir kez geçiyor yanlış hatırlamıyorsam, yitirdiklerinin andacını anlatıyorlar çünkü. Yas metni. İkisinin ortak yası ve kişisel yasları. Sanem’in ailesi olabilecek en kötü ailelerden biri, tam bir lanet, Sanem’in çocuğuna el koyabilecek, her türlü ıstırabı çektirecek kadar. Kaçmak zorunda kalıyor Sanem, hikâyesinin anlatımı Sophie’nin Seçimi‘ninkini andırıyor, seçim hariç. Müthiş trajik sona kadar bir dünya hikâye: ABD’deki karakterler, Umut’la ortak arkadaşlar, geçmişten hüzünlü anılar, en sonda yıkıcı hadise. Geçmişten ve şimdiden, geçmiştekine değinmem de Umut’un yolladığı mesajı söylerim, elinin kontrolünü yitirdiğini söyler Umut ve Sanem’i son kez görmek istediğini yazar. Son bölüm kısacık, paranın yan yüzeyi, çember, iki karakterin iç içe geçmiş anlatımı, konuşmaları, yaşamları. Tunç’un araya dereye sıkıştırdığı buluşlardan biriyle biter anlatı, biten veya başlayan, süren aşklarla ilgili sözcüklerden birini söyler hangisi, farklı dillerden farklı sözcükler başlardadır, bir tanesi en sonda.

Sımsıkı bir teknik, ince işçilik. Belki biraz daha kısa olabilirdi, savruk hikâyeler upuzun ama birinin bilinci yok olmak üzere, diğerininki paramparça, sonuçta makul. Tunç’tan okuduğum ilk metindi bu, daha okurum.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!