W. H. Auden takıntılı bir şekilde dakik, tekrar tekrar saatine bakarak programın peşinde koşarmış. Gün içinde ne yapmak istediğine karar verip her gün aynı şeyi yapmak tutkuları başa bela olmaktan çıkarıyormuş, düzeni savunanlardan. Gece kuşlarını aşağılıyor, hiçbir dürüst sanatçının gece çalışmadığını söylemiş. sabahları berrak bir zihinle oturuyor masasının başına. Akşam erkenden yatış, her sabah bir doz uyarıcı, geceleri biraz sakinleştirici, “kimyasal hayat” tempoyu korumasını sağlıyor. Akşamları yemekte bol bol şarap içiyor ve sohbet etmeyi seviyor ama çoğu sanatçıda olduğu gibi uzatmıyor bu süreci, Woolf’un yaptığı gibi arkadaşlarına surat da asmıyor, huyunu bilenler için sorun olmasa da yeni tanıyanlar garipsiyorlar, alışıyorlar sonra. Francis Bacon da bir alışkanlıklar insanı, kariyeri boyunca pek az değişen bir programı var. Gece geç saatlere kadar ayakta, resim yapıyor, uykuyu pek uzun tutmuyor. Atölyesinde bir şişe şarabı paylaşacağı arkadaşlarının gelmesinden memnun olurmuş, öğle ve akşam yemeklerinde sosyalleşip biraz daha şarap içiyor, eve gelip çalışmaya devam ediyor. Yaptığı tek egzersiz tuvalin önünde sağa sola yürümek. Tatlıdan ve kahveden uzak duruyor, onun yerine bol bol yiyip şarap içiyor. Akşamdan kalma haliyle çalışırken zihin enerjisinin patladığını, çok net düşünebildiğini söylüyor. Kahveye yanaşmaması ilginç, sesini korumak isteyenler dışında anlatılan hemen her sanatçı kupalarca kahve içmeye bayılıyor. Balzac şekerle dolu kupalara kahve döküp de içermiş örneğin, kahveli şeker içen çok sanatçı var. Simone de Beauvoir ile Sartre’ın birlikte inşa ettiği sistem de güzel, birbirlerine her şeyi anlatmaları şartıyla başkalarıyla birlikte olabiliyorlar, Claude Lanzmann ikilinin yaşamına bu şekilde dahil oluyor. Anlattığına göre ilk sabah Simone de Beauvoir yataktan kalkıp giyinerek çalışma masasına gitmiş, sevgilisine yatağı göstererek orada çalışabileceğini söylemiş. Öğle yemeğine kadar tek kelime etmiyorlar, sonra Sartre’la öğle yemeği. Sartre’ın dairesinde üç dört saat çalışıyorlar, akşam yemeğinde birbirlerinin yazdıklarını eleştiriyorlar. Partiler, kokteyller, burjuva değerler yok, son derece basit bir yaşam, temel gereksinimlerin karşılanması, bu. “Düzenli bir hayattı bu; Simone çalışmalarını yürütebilsin diye özellikle oluşturulmuş bir sadelikti.” (s. 27) Dağınıklığı sevenlerden biri Patricia Highsmith, sabahları üç dört saat yazıp iki bin kelimeyi tamamlarken etrafında sigaralar, küllükler, kibritler, kahve, çörek ve bir kase şeker olurmuş, yemeklerde de sadece domuz pastırması, sahanda yumurta ve mısır gevreği yermiş. Bir tutkuya bağlanmak başka her şeyden geride kalmaya yol açıyor, bu mevzuda hep aynı kaydı iliştiriyorum, yine iliştireyim. Dâhiliğin bir ölçütü de yaşamı bu tutkunun etrafına kurabilmek olsa gerek, Fellini’ye göre de bir yazar her şeyi tek başına yapabilir ama disiplinli olmak zorunda, sabah yedide kalkıp beyaz bir kâğıtla baş başa kalabilmeli. Bunu yapamayacak kadar haylaz Fellini, bu yüzden yönetmenliğe kaymış sonradan, kendine en uygun tutkuya odaklanmış. Ingmar Bergman’a bakalım, meşhur lafı malum, bir filmin üç dakikasını çekmek için her gün sekiz saat yoğun bir şekilde çalışması gerekiyor. On dakikalık verimli süre gelirse ödül, gelmezse ertesi gün bütün uğraş baştan. Kusursuzluğu yakalamak için titizleniyor, İsveç’in ıssız adalarından birindeki yaşamı da bu titizlikle düzenlenmiş. Sekizde uyanıyor Bergman, dokuzdan öğlene kadar çalışıyor, yemek yiyor. Sürekli aynı yemek, çok yağlı ve çırpılmış ekşi sütle çok tatlı çilek reçeli, bebek maması gibi bir şey. Uyuşturucu, alkol yok. Akşamları okuyor, arkadaşlarıyla görüşüyor veya bir şey izliyor, Dallas‘ı pek severmiş. Her zaman çalışıyormuş, delirirmiş yoksa. Takıntıları çalışmayla biçimlenmeyenler de var, Beethoven yıkanma bağımlısı, Muhammed’in belirlediği abdest sayısında aşırıya kaçmadığını düşünüyor. Odasında uzun adımlarla yürüyor ve yüksek sesle şarkı söylüyor, bu iki eylem arındırıcı. Odanın ortasında başından aşağı tas tas su döktüğü çokmuş, akıntı yüzünden alt kat komşuları şikayet edermiş. Yürüyüşlerin işe yaramadığını söyleyen tek bir sanatçı var, o da ikinci kitapta, onun dışında hemen herkes yürümeyi seviyor. Kierkegaard en iyi fikirlerin yürüyüş sırasında aklına geldiğini düşünürmüş, kahve servisi için en az elli fincan takımı varmış bir de. Tepeleme şekere kahve döken Kierkegaard işte, şeriyle de karıştırınca beyninde havai fişekler patlıyor olsa gerek.
Chopin yaşamının bir bölümünü George Sand’la paylaşıyor, kronik rahatsızlıklarının hafiflemesini Sand’a borçlu. Altıda akşam yemeği, sonrasında Chopin yatmaya gidiyor, Sand da çalışmalarını sürdürüyor. Chopin kendiliğinden ve mucizevi bir şekilde yaratmaya başlarmış, eser piyano başında tamamen veya yürüyüş esnasında parça parça geliyormuş, Chopin kafasında dönen melodileri olduğu gibi yazabiliyormuş. Titizlik yine, tek bir sayfa üzerinde haftalarca çalıştıktan sonra ilk yazdığı şekle geri dönüp parçayı tamamlıyormuş. Şu da var: “‘Chopin sinirlendiğinde korkutucu oluyordu ve benimleyken kendini öyle dizginliyordu ki neredeyse boğulup ölecekmiş gibi görünüyordu.’” (s. 46) Flaubert kendini yok edercesine çalışıyor, sabah onda uyandıktan sonra on birde kahvaltı ve öğle yemeği karışımını yiyor, günlük işlerini hallediyor, annesi uyuduktan sonra da çalışmaya başlıyor. Burayı olduğu gibi alıntılamam lazım: “Zaman zaman kollarımın yorgunluktan nasıl olup da vücudumdan ayrılmadığını, beynimin neden eriyip yok olmadığını anlamıyorum. Her türlü harici zevkten arınmış, konforsuz bir hayat sürüyorum ve devam etmemi sağlayan tek şey, bir tür kalıcı coşku hali; bazen bu coşku karşısında gözyaşlarına boğuluyorum, ama o asla hafiflemiyor. İşimi çileci bir dervişin sırtını kaşındıran keçe kumaşı sevmesi gibi, çılgınca ve sapkınca bir aşkla seviyorum.” (s. 49) Çalışmak hayattan kaçmanın en iyi yolu. Proust da çalışmak için yaşamdan elini eteğini çekenlerden. Üst Kat Komşusuna Mektuplar adlı kitapta birkaç mektubu var, yaşamının her ânını çalışmaya odakladığını görebiliyoruz. Gün boyunca uyuyor ve geceleri çalışıyor Proust, bazen romanına malzeme toplamak için dışarı çıktığı oluyorsa da kronik astımı yüzünden genellikle evde, bir sürü tütsü yakarak muhtemelen bütün binayı kokutuyor. Gün boyunca tek bir kahveyle ve kruvasanla durduğu olurmuş, neredeyse hiçbir şey yemiyormuş, hizmetkârı Proust’un dışarıda yediğini bilmediği için böyle düşünmüş. Proust hep yatarak yazmış, bedeni neredeyse tamamen yatay, kafası iki yastıkla yükseltilmiş şekilde. On sayfadan sonra mahvolduğu için kafein tableti alıyor, uyumadan önce tabletin etkisini yok etmek için de uyku ilacı yutuyor. “Aynı anda hem frene hem gaza basmak” diyor arkadaşı, Proust acı çekmenin yazdığı metinde ilerlemesini sağladığını düşündüğü için vücudunu olabildiğince zorluyor, genç yaşta ölümü bu yaşam tarzı yüzünden. Glenn Gould’la bitireyim, dâhi gibi dâhi. Bernhard adamı anlamış olacak ki bir romanında karakter olarak yer vermişti. Hastalık hastası Gould, telefonda hapşıran birinin yüzüne kapatabilir telefonu, gerçek veya hayali hastalıklardan çok çekiyor. Uzun yıllar süren inzivası sırasında bütün gün kayıt yapıyor, piyano çalıyor. 1980’de verdiği bir röportajda yaşam biçiminin diğer insanlarınkine benzemediğini ve bundan memnun olduğunu söylüyor. Yaşam tarzı ve iş tek bir şeye dönüşmüş, insanlar tuhaf olduğunu düşünüyorlarsa tuhaf o halde. Bu da sıklıkla söylenen bir şey, metindeki sanatçıların çoğu tuhaf olduklarını biliyorlar, rahatsız olmuyorlar bundan. Ödedikleri bedeli biliyorlar, bedelin karşılığında sanatın hazzına erişmek tek istedikleri şey ki her şeyi göze alıp üretmeye devam etmeleri bu hazza eriştiklerini gösteriyor. Vazgeçmiyorlar, aileleri dağılıyor, aç kalıyorlar ama uğraşı sürdürüyorlar.
Hoş, ilginç, okunası.
Cevap yaz