Sokrates sağlam kafa ve sağlam vücut için yazıya burun kıvırmıştır, bilginin derinleşmesi için kafada dönüp durmasının ve sözle aktarılmasının gerekliliğinden bahsetmiştir, temel metinlerin nüfuz sahibi olduğunu, yazılı bilginin iktidarı aracına dönüşebileceğini anlatmıştır falan, neyse ki Platon sayesinde söyledikleri günümüze kadar ulaştı. Puchner mevzuyu edebiyat bağlamında ele alsa da yazıya genellenebilir sanırım: “Edebiyat olmasaydı tarih anlayışımız, imparatorlukların ve ulusların doğuşuna ve yıkılışına dair algımız tamamen farklı olurdu. Onları var eden edebiyat eserleri yazılmış olmayacağı için pek çok felsefi ve siyasi düşünce de ortaya çıkmazdı.” (s. 9) Apollo 8’den bir örnek geliyor sonra, kamerayla görüntü almak zorlaştığında Dünya’dakiler astronotlardan “bir şairin yapacağı gibi olabildiğince detaylı bir tasvir yapmalarını” istiyorlar. Ömürlerini pozitif bilimlere adamış adamların söyledikleri yücelikten huşuya gidip geliyor, Puchner alıntı yaparak söylenenleri Sartre’ın yazdıklarına benzetiyor, sonra astronotlar İncil’den parçalar okumaya başlıyorlar. Binlerce yılın birikimi uzayda, müthiş bir olay. Aynı yıllarda Frank Herbert Budislam’a yer veriyordu eserlerinde, edebiyatın ve dinlerin geçireceği evrimden sadece bir örnek. Yuri Gagarin uzaya çıktığında “Tanrı falan göremediğini” söylese de sözcükler boşlukta yankılanmıştır bir kere, inancın metni dile getirilmiştir. Temel metinlerin peşinde dünyayı dolaşan Puchner yapabilse uzaya çıkıp o yankıyı yakalamak isterdi, elli beş yıldır yolculuğunu sürdüren dalgalar galaksinin derinliklerine doğru ilerleyip en kadim metinlerden birini bilinmeyene taşıyor. Puchner gidebileceği yerlere gitmekten erinmemiş, Binbir Gece Masalları‘nın etkisini Orhan Pamuk’a sormuş mesela. Pamuk önce bu kadim metinden etkilendiğini inkar etse de sonradan kabullenmiş, o hikâyelerin bir şekilde yazılarına sızdığını kabul etmiş. Her ne kadar Avrupa romanından, özellikle de Rus roman geleneğinden beslendiğini söylese de Binbir Gece Masalları‘nın çevirmeni Galland bir araya getirdiği hikâyeleri de metne katarak eseri bir anlamda Avrupalılaştırmış oldu, dolayısıyla iki kültür arasında keskin bir ayrımdan bahsetmek zor. Hikâye anlatıcılığı ortak, hikâyelerin teknoloji vasıtasıyla yayılması farklı diyebiliriz. Puchner’a göre Kur’an kopyalarının çıkarıldığı dönemde Binbir Gece Masalları da dolaşıma sokulmuştu, kâğıdın kullanımı hem kaligrafik meziyetlerin yüksek kültürünü hem de hikâye anlatımının ortaya çıkardığı popüler kültürün yayılmasını sağladı. Batı’nın kültürel hegemonyası kopyalamanın ve dağıtımın kolaylaşmasıyla güç kazandı, aksayan sistemlerin yenilenmesini de sağladı bir yandan. Gutenberg aslında “hacı aynası” denen bir zamazingo üretmek için kolları sıvamış başta, maksat kutsal emanetleri herkesin görebilmesini sağlamak. Para kazandıracak fikirlerinden biri de kitaplarla ilgiliymiş, neden hacı aynası üretme sürecini kitaplara da uygulamasın? Çin baskı gereçlerini yüzlerce yıl öncesinde icat ettiyse de Gutenberg özel alaşımlarla döktüğü harflerle bilginin yayılmasında devrim yaptı, Türk karşıtı bir risale bastığı zaman paraya para dememeye başladı. Okur kitlesi yavaş yavaş büyüdü böylece, Reform için uygun zemin oluştu. İronik: Gutenberg risk alarak Aziz Jerome’nin Latince İncil’ini bastı ve Kilise’nin tepkisini korkuyla beklemeye başladı. Kilise ortaya çıkan esere bayıldı, böylece İncil her kiliseye, manastıra ve gücü yetenlerin evlerine girdi. Martin Luther’den sonra Kilise’yle matbaa arasındaki ilişki bozuldu, bunun sebepleri az çok malum. İstanbul’u fetheden Türklere karşı harekete geçmek isteyen Papa para toplamak için kefaret belgelerini bastırıp satmaya başladı, matbaacılar bu belgeleri indirim kuponuymuş gibi kitapların arasına koyarak kampanya düzenlediler, Luther dinin böylesi bir meta haline gelmesine sinirlenerek yapılanın yanlış olduğunu anlattığı zehir zemberek tezlerini yazdı, kutsal babalara mektuplar gönderdi ve beklemeye başladı. Başlarda hiçbir tepki alamadı, görmezden gelindiğini düşündü, yol açtığı çalkantıyı çok sonra anlayacaktı. Tezlerini kitaplaştıran din adamları ve matbaacılar metni hemen çoğaltıp yaydılar, satmaya başladılar. Piyasa da ortaya çıktı böylece, kimsenin bu tür metinlerle ilgilenmeyeceğini düşünen matbaacılar satışların o dönem için akıl almaz sayılara ulaştığını görünce talebe dair bilgi edindiler. “Matbaa hem yeni bir okur kitlesi hem de yeni ve güçlü bir edebiyat türü ortaya çıkarmıştı: matbaa rüzgârını arkasına alan polemik yazarlığı.” (s. 176) Luther’in İncil çevirisi de yayılınca Papa’nın otoritesini reddeden çevreler alternatif bir köktenci okumayla kutsal metnin anlamını farklı bir şekilde yorumladılar, Reform Batı başta olmak üzere dünyayı böyle değiştirdi. Papa Francis 2016’da, Luther’in doksan beş tezinin yayınlanışının 499. yılında bir dizi etkinlik düzenleyerek metinlerin ve alımlamanın gücünü bir anlamda teslim etti. Sözcükler dünyayı değiştirir.
Maya kültürü, Popol Vuh. Pizarro ve yanındaki rahip kutsal kitaplarıyla birlikte Atahualpa’yı beklerken binlerce adamın hizaya girdiğini gördüler, tahtırevanının üzerindeki Atahualpa ortaya çıkınca kitabı hükümdara verdiler. Atahualpa kitabı kulağına dayadı, içinde İspanyol tanrısının sesinin yankılandığı söylenmişti ama hiçbir şey duyamayınca kitabı yere bıraktı, başka bir söylentiye göre kitabı savurup attı. Katliam o an başladı, Atahualpa gibi Pizarro da okuma yazma bilmiyordu. Sonraki işgalciler Mayaların metinleriyle karşılaştılar, Romalıların metinleri gibi uç uca eklenmiş sayfalar akordeon gibi açılıyordu. Mayalar da yazıya kutsal bir mertebe kazandırarak inançlarını o sayfalara işlemeye başarmışlardı, bu başarıları ele geçirilen bütün kitaplarının yakılmasıyla sonuçlandı. Sapkınlık, kâfirlik dolu metinleri saklamaya çalışanlar da metinlerle birlikte yakıldılar. Ölmeyi göze alanlar sayesinde bugün Popol Vuh elimizde, diğer kutsal metinlerle karşılaştırılabilir içeriği zamanında çok şaşırtmış insanları: “Bazı kısımlar tuhaf bir şekilde tanıdık geliyor, özellikle de büyük bir tufanı içeren bölümler. Tufan, İspanyollar gelmeden önce Maya kültürünün bir parçası idiyse, bu, en son Buz Çağı’nın sonlarındaki dünya genelinde yükselen deniz seviyesinin, insan ırkının kalıtsal belleğine işlediği anlamına gelebilir mi? Yoksa tufanı, İncil yazan kâtiplerin Gılgamış Destanı‘ndaki veya daha önceki bir kaynaktaki tufan bölümünü kopyaladıkları gibi, isimsiz Maya kâtipleri de İncil’den mi kopyalamıştı?” (s. 200) Polinezya’daki halkların da tufan mitleri var, belli ki bir zamanlar su basmış her yeri.
Cervantes’e bir bölüm ayrılmış, lazım. Benjamin Franklin’in mektup cumhuriyetini kurmasının detayları Simon Garfield’ın Mektup: Yazışmanın Hayli İlginç Tarihi nam araştırmasında var, biz Franklin’i mektup edebiyatını yaratan adam olarak görebiliriz. Devrimdir bu, o zamana dek yapılmamış yollar yapılmış, güvenlik önlemleri alınmış ve acayip paralar dönmüş posta işlerinde, meraklısı göz atabilir. Goethe’nin dünya edebiyatına duyduğu ilginin metinler arasındaki ilişkileri ortaya çıkarması da başlı başına bir bölümü hak ediyor, Çin şiirinden oldukça etkilenmiş Goethe. Komünist Manifesto‘nun yol açtığı yeni dünyanın yanında Ahmatova ve Soljenitsin gibi sanatçıların bu yeni dünyada yaşadıkları sıkıntıları da anlatmış Puchner, Ahmatova’nın basılmasına izin verilmeyen şiirini ezberleyip isteyenlere okuması, şiirin bu şekilde sözlü kültür zamanındaki gibi yayılması ve nihayetinde ölümünden sonra basılması acı bir hikâye. Puchner araştırmasını Harry Potter‘la bitirmiş. Romancılara bu seriyi sorduğunda alerjik reaksiyonlarla karşılaşıyormuş Puchner, Cervantes’i deliye döndüren Orta Çağ romansları gibi karmak çorman bir hikâyeye benzediğini söylüyor. Rowling’e yönelttiği eleştiri yerinde: Yazar metninden kopamıyor bir türlü. İnternet siteleri, karakterlere dair açıklamalar, bir dünya mevzu dönüyor serinin üzerinde, Puchner meseleye dijital alemin edebiyat üzerindeki etkisini ele alarak yaklaşıyor.
Şurada da ele aldım biraz, dileyen zıplayabilir. Tarihe ve edebiyata ilgi duyanlar kaçırmasın derim, metinlerin ve insanlığın yolculuğu var bu kitapta.
Cevap yaz