Çinli kızlara çok üzüldüm ya, hikâyenin yarısında çıktılar, bakire olmadıkları gerekçesiyle Paris’te ucuza gittikleri söylendi sonradan, o kadar. İlk kız Song Ying üniversiteye gidecekti, parayı toparlamıştı ama annesi hamile kalınca olmadı, gevşek tutulan tek çocuk kuralı bir anda önem kazanınca yüklü vergiyi ödediler, para uçtu gitti. Babanın durumu iyi olmasına rağmen o kadarını çabucak biriktiremezdi, Ying çareyi İngiltere’ye gidip çalışmakta buldu. Tırışkadan bir okula öğrenci olarak girip çilek tarlalarında çalışmaya başlayınca umutlandı, bir süre sonra ilk senenin parasını çıkaracaktı, Soo Lai Bee’yle tanışınca yoldaş da edindi üstelik. “Malezya’da Çinli olmak için iki kat daha zeki olmak, bir yerlere gelmek için iki kat daha fazla çalışmak gerek, demişti Soo Lai Bee’nin babası.” (s. 102) Böyle malumat iyi, yakın ülkelerin birbirine gösterdiği muameleyi öğrenebiliyoruz, mesela Bee’nin işi zor. Babasının da işi zor, kârı paylaşmadıkça işleri yürümüyor. Gönül işleri de kolay değilmiş, Bee’nin âşık olduğu Abdül İsmail’in babası Bee’nin babasıyla ortak, gençlerin sevdasına şiddetle karşı çıkıyor ve ortağını uyarıyor, mevzuyu bozmazsa ortaklık bozulacak. Bee hemen İngiltere’ye gidiyor, kısa süre sonra İsmail’in zengin bir Malezyalının kızıyla nişanlandığını duyunca geriye dönmek için hiçbir sebebi kalmıyor. Hikâyenin merkezinde yer almasa da kızların yaşamları diğer yaşamlara göre daha berrak, metnin özünü yansıtıyor. Göçmenlerle ilgili bir roman bu, türlü yollarla İngiltere’ye ulaşan insanların kâh hüzünlü kâh şen serüveni. İki karavanın birinde erkekler, diğerinde kadınlar yaşıyor, üç kuruşa çalışıyorlar, güvencesiz. İrina’yla tanışıyoruz ilk, Turuncu Devrim destekçisi Ukraynalı. Profesör babası genç bir kadınla birlikte olmak için evi terk etmiş, anne yenik, Ukrayna’da işler yolunda gitmediği için para kazanmak istiyor İrina. Çilek tarlasına Vulk’un aracıyla gelmesi şanssızlık, bu gudubet adam tehlikenin ta kendisi, akla gelebilecek bütün olumsuz özellikleri bünyesinde toplamayı başarmış. Son derece dandik bir şekilde hacamat olana kadar terör estirecek resmen, İrina’nın başına bela olacak. Andriy yine Ukraynalı, Donetsk’ten, madenci. Babası madende ölmüş, kendisi de ölmeden kapağı atabilmiş, kurgudaki görevi İrina’yla dandik tartışmalara girip aşk boşluğunu kapamak. Andriy bütün o tantananın Batı’ya entegre olmak isteyen, halkını satan Ukraynalı zenginlerce koparıldığını düşünüyor, İrina bağımsızlığın o kadar da kötü bir şey olmadığını ileri sürüp Rusçu Andriy’i küçümsüyor, bitmeyen bir laf dalaşı. Tatlışlar, tansiyonu yükseltip sekse geçene kadar tam bir aptal gibi davranıyorlar, Andriy bu küstah kızın aklını başına nasıl getirebileceğini düşünüyor, İrina bu hanzoyla ne yapacağını bilemeyip tehlikelere kucak açıyor. Geleceğim oraya, bir iki karakteri daha: Emanuel uzunca bir yol tepip gelebilmiş Afrika’dan, ablasının yaşadığı yere gidene kadar para toplamaya çalışıyor, hikâyesini ablasına yazdığı mektuplarla öğreniyoruz. Her karakter için başka türlü anlatım tekniği, mesela kahraman köpeğimizin bilincine girdiğimizde kısacık cümlelerle karşılaşıyoruz ki çok, köpekler o kadar komplike düşünemezler, yarım kalmış sözcüklere kadar düşmeliydi mevzu. Bir köpeğin düşüncelerini(?) göreceğiz diyelim: “Yemek. Koku. Koş. Adamdurgiyürü. Yalapis.” Falan. Vitaly ve Tomasz var, ilki işçilikten “mobilfon”lu iş bitiriciliğe geçecek hemen, uygun işlere uygun işçiler ayarlayarak namussuzlaşacak, diğeri gitarıyla berbat şarkılar çalıp söyleyerek milletin kafasını şişirecek, gerçi çalışma koşullarının rezilliğini de en çarpıcı biçimde Tomasz gösterecek. Çilek tarlasında çıkan hengâmeyle birlikte karavana atlayıp arazi olan işçi tayfa bir süre birlikte yol aldıktan sonra kopuşlar yaşanıyor, Çinli kızlar gibi yok oluyorlar bir anda, geriye Andriy ve İrina kalıyor da Tomasz’ın tavuk çiftliğinde çalıştığı bir dönem var, bu kadar korkunç ve absürt bir kölelik görmedim. Nick nam genç arkadaş Tom’a işin ayrıntılarını anlatırken bildiğimiz dehşetle karşılaşıyoruz: hareket edemeyen tavuklar, pisliğe bulanmış zemin, hayvancıklara eziyetin daniskası olan fabrikasyon. Ötesi acayip. İşçiler eğlence olsun diye tavukları ellerine alıp harş diye sıkıyorlar, hayvanlardan fırlayan dışkılar mermi gibi yapışıyor üstlerine, Tomasz işkenceyi durdurmaya çalışacakken kahkahalar atmaya başlıyor. Lewycka’nın nerede bitireceğini bilemediğini düşünüyorum, hikâyeyi sakız gibi uzatmış ama sırf şu sekans için okunur bu metin. Devamında ölü tavukları tüketime hazırlayan işçiler fark ediyorlar ki bazı tavuklar ölmemiş, üretim bandından fırlayıp ortalıkta koşturmaya başlıyorlar, o sırada bir işçi parmağını makineye kaptırınca alayı isyan ediyor, sendika görevlilerinden bazıları grev çağrısı yaparken bazıları patronun suyuna gidiyor, ustalar işçileri şarlıyor, patron geliyor derken bir grevin doğuş ânını yakından izlemiş oluyoruz. Lewycka’nın göçmen ve işçi sömürüsünü farklı yüzleriyle göstermesi hoş, bundan başka birbirini kazıklamaya çalışan, biraz güçlenince eski dostuna madik atan işçileri, kaçak işçilerin suyunu çıkaran türedileri görüyoruz. Diğer yanda kapitalizme karşı cephe alan kolektifler var, dağınıklar ama iş görüyorlar. Andriy ve İrina’nın yollarının kesiştiği bir topluluk üzerinden daha iyi kaybedenlerin motivasyonunu anlayabiliyoruz: ot ve her şeyi paketleyip satmaya çalışanlara karşı öfke. Eylemleriyle tarihî alanların yapılaşmasını engellerler, yeşil alanları korurlar ve işleri bitince sıkıcı hayatlarına dönerler, bazıları çağrı merkezlerinde çalışır, bazıları mühendislik eğitimi almışlardır ama işlerini yapmadan yeni savaşların peşinde koşup tayfayı toplarlar. Kuir şöyle bir el sallar okura, İrina’ya göre birbiriyle sevişen kadınlar ve erkekler acayiptir ama iyidir, insanlar nasıl mutluysa öyle yaşasınlar. Emanuel biraz göze batar bu açıdan, aşırı dindar olmasına rağmen eşcinselliğini hemen hiç sorgulamaz, zamanı gelince tutkuları şelaleye dönüşür. Nasıl mutluysa öyle yaşasın.
Çilek tarlasından kaçıyorlar, sonra Emanuel ve Andriy bir nehir kenarında balıkçılığa merak sarıp kazığı yiyorlar: Fırsatçının tekinden satın aldıkları kova aslında kiralık, nehirde de balık yok pek, dişin kovuğuna yetmez. Şans eseri koca bir balık yakalayan Emanuel’e çullanan balıkçılardan sadece biri karşı çıkıyor olanlara, patronu durdurmaya çalışıyor ama para konuşuyor tabii. Sayısız hayal kırıklığı bekliyor karakterleri, güçleri bitecek gibi oluyorsa da birbirlerine destek olarak kurtuluyorlar her badireden. Tomasz ve Emanuel’le vedalaştıktan sonrası zaten dayanışmayla mümkün, gözde çiftimizin türlü sersemlikle hayatta kalmaları büyük başarı. Nedir, bir huzurevine giderler, ikisine de yaşlılar dadanır ve evlilik hayaliyle kandırmaya çalışırlar bizimkileri, vatandaşlık ve para azıcık göz boyasa da kurtulurlar oradan. Şehre gidip bir lokantada çalışmaya başlarlar, Andriy kısacık kıyafetler giyen İrina’ya takar ve namus kumkuması kesilir. Burada İrina’ya sinirlenebiliriz biraz, zekâsıyla övünmesine rağmen Vitaly’nin kurduğu tuzağa düşecektir neredeyse. Andriy uyarır ama umutludur İrina, ansızın lokantaya gelen Vitaly’nin yeni teklifine kulak verir, neyse ki Vitaly’nin yamuk yaptığı mafyatik tiplerden biri mekana gelip yamuğu düzeltir, Vitaly’ye iki kurşun sıkar da şapşal İrina hayat kadını olmaktan kurtulur. Bu bölümlerin fazlalık olduğunu iyice gevşeyen ciddiyetten, lüzumsuz detaylardan anlayabiliyoruz, klişelerden bir de. Spor olsun diye çıkardıkları politik tartışmalardan birinin ortasında birbirlerini yumruklamak yerine emmeye başlarlar, meh. Kafasının patlatılmasını isteyen Vulk’un aptallığı dillere destan, bu sevişme olaylarından sonra nihayet İrina’nın izini bulan Vulk ortaya çıkıyor, kızı tam kaçıracak, bizim köpek saldırıya geçiyor. Hikâyenin sonu belli, gerisi aslında uyuşmasalar da birlikte mutlu olabileceklerini düşünen çiftin sakinleşme dönemi. Andriy’in çocukken tanıştığı bir kızın izini sürmesi, onca yıl sonra hâlâ kızla evlenme hayalleri kurması romandaki pek çok mantıksızlıktan biri. İrina var yanında, daha mantıksız bir şey yapıp onunla birlikte ol.
Roman. Avrupalının Avrupa’da göçmenliğe evrimini merak edenler okumalı.
Cevap yaz