Kelliğin hikâyesi kellikten başka her şeyin hikâyesi olarak da işlenebilir zira kelleşme bir süreçtir, o süreci yavaşlatan, hızlandıran başka süreçler olabilir, misal birilerinin ölmesiyle kellik arasındaki korelasyon akademik araştırmalara konu olmuştur, sevgiliye ısmarlanan lahmacunun yanında gelen soğanı kafayı sürerek -sarımsakla birlikte- kelliği yavaşlatma tekniğinin mucidi ilişkisinden olsa da önemli bir buluşla bilim dünyasında yerini almıştır, daha da birçok ögeden bahsedilebilir ama burada Marek’in bu süreçte, sürecin öncesinde ve varsa sonrasında ne yaptığı önemli. Annesi, babası, abileri, kadınlarla ilişkileri, takıntıların bütün yaşamı kuşatma biçimi Marek’in absürt, biraz da hüzünlü yaşamında somutluk kazanıyor, yani amour fou peşindeki genç bir adamın büyük çabalarla tanıştığı kızlardan birinin karşısında anadan üryan kalmasıyla ortaya çıkan utancından daha somut pek az duygu vardır, o utancı hem Marek’in aşırı komik saçmalamalarından hem de penisinin küçüklüğü karşısında çaresiz, dilsiz kalmasından yakalarız. Sessizlikle örülü tuhaf bir aileyle başa çıkmak için model alacağı bir annesi vardır Marek’in, hayatın anlamını araya araya dünyadan giderek uzaklaşan, genç ve yoksul sanatçıların elinden ve penisinden tutup sanatla yücelirken sanatçıları da yücelten, Viyana’nın kalburüstü erkeklerinin tanıdığı, mahalle esnafının da iyi tanıdığı sağlam burjuva bir kadın. Aileden zengin, Marek’in sigortacı babası sırf bu yüzden evlenip üç çocuk yapmış kadından, sonra kendi yaşamına çekilmiş ama aileyle bağını eşi kadar koparmamış. Ara sıra dövüyor çocuklarını da sadistik bir keyif yok bunda, hayatın atacağı sillelerin neye benzediğini göstermek istediğini söyleyip öyle dövüyor, ara sıra eğlenmeyi de bildiği için Marek’in sevgisinden mahrum kalmıyor ama Constanza, anne öyle değil, bambaşka bir cisim adeta. Zamanda bolca zıplamalı bir kurguyla karşı karşıyayız, ileri geri giderken iki farklı dünyada gezineceğiz: Constanza’nın çağı ve Constanza sonrası. İkincisiyle başlıyor hikâye, babanın yeni eşi Eleonore yaşlı kadınların nasıl zengin olacağıyla ilgili bir kitap yazıp parayı götürmüş, yazdığı epik kupik şiirleri yüz iki yayınevi tarafından geri çevrilen Marek’e psikolojik tepik atıyor sıklıkla, çocuğumuz yas sürecini henüz atlatamadığı gibi bir de bu kadına katlanmak zorunda. Şans eseri bir karşılaşma: Viyana’nın kafelerinden birinde oturuyor Marek, mekânda Blondie çalıyor, orta yaşlı bir kadın Marek’in geçmişini ortaya dökmesi için orada. Gizemli biri Mica, ertesi gün buluşmak üzere sözleşiyorlar, kadın yanında dolu bir bavulla geliyor. Constanza’nın arkadaşıymış meğer, bavulda arkadaşının kıyafetleri var, bırakmış bir zaman da Marek’e dönecekmiş nihayet. Biz de Marek’in ergenliğine, anneli günlerine döneceğiz, o kara sevdaya tutulma çabalarına, penisinin küçüklüğü yüzünden yaşamını bir cücenin yaşamına çevirme uğraşına şahit olmak aşırı hassas bir gencin dertlerini kendi başına çözmeye çalışırken girdiği halleri görmemizi sağlayacak. “Ola ki birini arzu ediyorsam, bunu sessizce yaparım. Ve tercihan bir kilometre ötede veya yirmi beş yıl sonra; hatta daha da iyisi araya mezar girdiğinde…” (s. 11) Durum bu kadar vahim değil önceleri, Lüksemburg’dan gelen iki kızla tanışıp nihayet aşkı tadabileceğini düşünen Marek eve koşuyor, annesinin mücevherlerini aşırıyor ve tanıdık bir kuyumcuya gidip okutmaya çalışıyor da beş para etmiyor ya mücevherler, annenin aslında kendinden ne kadar çok şey verip karşılığında ne kadar az şey aldığını görüyoruz. Aralara serpilmiş sayısız hikâyeciklerden birinde bu patolojinin kodlarını görebiliriz, savaş sırasında ailesini kaybeden büyükannenin içe kapanması yüzünden kızı Constanza ihtiyaç duyduğu sevgiyi bulamamış, başkalarından bulmaya çalıştığında da ayarı kaçıracak duruma gelmiştir, erkek kıyıcı rolünü böyle edinmişse de hayata karşı topyekun bir tepki onunki, kaç çocuğu olduğunu hatırlamadığı oluyor mesela, düşük yaptığı zaman eşinin ağlaması yitip giden çocuk için, Constanza veya kendisi için değil. Neyse, üç kuruşu alıp koşturuyor Marek, kızlara çiçek alıp yemek ısmarlıyor, sonra abisi Pavel’i arıyor çünkü kızlar her an uçabilir, ikiye iki olmaları lazım. Annesinin dehasından nasiplenmiş çocuklardan Pavel iyi bir müzisyen, Daniel sonraları orkestra şefi olacak da Pavel enstrümanlarını bir kenara atıp ekonomiye kıracak çarkı, belki annesinin ve babasının tahakkümünden kurtulmak için. Muhtemelen. Pavel geliyor, hep birlikte eve gidiyorlar ve Constanza’ya yakalanıyorlar. İlginç bir karşılaşma, Constanza kızlara babalarının ne iş yaptığını soruyor, tatlı ikram ediyor, patavatsızlığı kızların hoşuna gitse de oğlanlar her an bir rezalet çıkmasından çekindikleri için yolluyorlar anneyi. Sonrası karakomik, Pavel’le kızlardan biri bum çiki bum yaparken Marek heyecandan gayet resmî cümlelerle konuşmaya devam ediyor, kız donunu indirirken hal hatır soruyor falan, ortaya çıkıyor ki Marek’in organı başparmağının yarısı kadar. Eyvah, kızlar memleketlerine dönüyorlar da nasıl bir enkaz bıraktıklarını bilmiyorlar arkalarında, Marek bir cüce penisine sahip olduğu için kıçının üzerinde hareket etmeyi öğreniyor ki cüce hayatı yaşasın artık. O bir cüce, başka bir şey olamaz. Dönüşü yok, gittiği psikolog çare bulamıyor, tanıdık bir doktor penis büyütme ameliyatını duyunca çocuğu kibarca dehliyor falan, Marek için uzunca bir sıkıntı. Yaşamın olağanlığı -ne kadar mümkünse- Marek’in psikozlarını giderse de Constanza çıkıyor bu kez piyasaya, sağlığı bozulduğu için dağlarda tatil yapmaya gidiyor Marek’le birlikte, oğlunun sınırlarını kestiremediği için kışkırtma konusunda durmak bilmiyor. Geçiyorum, sürprizi kaçmasın.
Marek kafası son derece karışık bir oğlan olduğunu son derece ikna edici bir biçimde anlattığından kopuklukları garipsetecek bir arıza oluşmuyor, çok iyi bir karakter inşası var ortada. Çocuğumuz yazdığı şiirlerden hiçbir halt olmayacağını anladığı gibi felsefe eğitimi almaya başlıyor, özel derslere gidiyor, trafik kazası sonucu sakat kalmış bir çocuğun annesiyle girdiği yüksek tansiyonlu ilişki Grunberg -“Marek van der Jagt” müstear isim, her şeyin arkasında uçuk kaçık, deliduman yazar Arnon Grunberg var- için sıradan bir takla, yazarın insanları tokuşturmasından nice dersler çıkarılır, ilişkileri kaldırıp indirmesinden nice zihinsel idman yapılır bilmem, ders gibi. Çağrışımlara da değinmeli, masanın üzerinde yanık bir kibrit varsa Constanza’nın sigara bağımlılığından babanın sigara nefretine kısa paragraflarla geçilebilir, oradan mahallede yanan evlere zıplanır mesela, Pavel’in sahneye çıkmadan önce içtiği sigaralara, artık nereye gidilirse oralara gidilir, Marek ayarı bilmez gibidir ama yerinde keser akışı, örgüyü parçalamaz, sürdürür. Annesini anlattığı bölümler ilginç icatlarla doludur, hüzünlüdür, neşelidir, anımsamanın bütün niteliklerine sahiptir. “Annemin de kendi yaşamında kendini bir konuk gibi hissettiğine inanıyorum. Her zaman hayatın onunla bir ilgisi yokmuş gibi davrandı, sanki onun hayatı değildi. Sanki şans eseri o hayatın içine düşmüştü, tıpkı yanlış adres aldığınız bir eve girip de fark etmeden orada kalmışsınız gibi. Dışarıda bardaktan boşalırcasına yağmur yağmaktadır ve siz şemsiyenizi almamışsınızdır.” (s. 18) Selamlaşmak üzere elimizi uzatırız ama hayatımızdan çıkıp gitmiştir çoktan, Constanza özgür bir kuştan çok daha fazlasıdır, hikâyesinin karanlık yanları o kadar çoktur ki aydınlıkta kalan bölümlerinin okuru yanlış yönlendirdiği kesindir, en azından görünenden çok daha fazlasının olduğunu sezdiğimiz için görünenle kısıtlı kalmamamız gerektiğini anlarız, doldurmak okura düşer. Marek anlayabildiği kadardır, ince ruhu kırılana kadar.
On numara beş yıldız roman.
Cevap yaz