Anlatıcının hikâyeye ve karakterlere mesafesi dikkate değer, gerçi karakteri takip ederek hikâyeyi biçimliyor ama uzaklık daima sabit, serbest dolaylılıktan çıkıp kafasına göre at koşturmuyor, Ludwig’i çiğnemiyor, hikâyeyi öncelediği kısımlar da savaş sürecinin kilit noktalarından açımlamalar, o kadar. Ludwig’e tam yerinde mercek tutuyor bir de, adamımız müstesna sanat eserleriyle karşılaştığında, âşık olduğunda, Göring’le münasebet kurmak zorunda kaldığında, silah arkadaşlarının dangalaklığına maruz kaldığında hemen bir psikolojik çözümleme, tam kararında, anlatının dokusunu bozmadan. Mesela şu an Burhan Sönmez’in Labirent‘ini okuyorum, bir reklam harikası adeta, karakteri otuz iki kısım tekmili birden ele alan odağın sürekli kaymasından -geçmiş, Meryem biblosu ve kayıp kişiliğin sorgulanması, sorgulanması, sorgulanması ama o kadar yüzeysel bir sorgulama, edebiyat atağı ki fenalık bastırıyor- ve vıcık vıcık lirizmden, eğretilemelerden camı açıp haykırasım geliyor cankurtaran gelsin diye. Neyse, Ludwig çocukluğundan beri sanata düşkündür, işi gücü sanattır, resimdir, heykeldir, sanat onun için besin kaynağıdır. Dünyayı umursamaz, insanları umursamaz, savaşlarda sanatçılar paçayı kurtarırlarsa ne âlâ, sanat eserlerinin kurtulması Ludwig için kendine pek âlâ! 1914’te çağrıldığı savaşa katılıyor, eğitimlerdeki dalgınlığına rağmen rütbeyi kapıyor ve yüzbaşılığa yükseliyor. Ölüm yanından geçip gidiyor dört yıl boyunca, Ludwig ölmüyor da ölecek kadar mutsuz, hiç durmadan görmek zorunda olduğu eserlerden çok uzakta çünkü. Absolut kulağın çeşitleri var, ritimden melodiye kadar pek çok öge bu tür kulağın alt kümelerini oluşturuyor, Ludwig’deyse bütün ögeleri kapsayan bir göz var, absolut göz. Çizgileri, renkleri, ışığı, her şeyi görüyor, daha fazlasını istiyor ama savaş sırasında neyi görecek, yıkılmış katedralleri mi? Savaştan sonra her yere gitme hayalleri, her müzede günler boyunca dolanmaca, 1938’e zıplayınca daha büyük bir olanak çıkıyor ortaya: “Yeni savaş tamamen Fransa’nın işgaliyle taçlanacaksa, dünyanın bütün ya da hemen hemen bütün güzelliklerini keşfetmek için hiç beklenmedik bir fırsat sunuyor demektir.” (s. 11) Ludwig yine orduda, aradaki süre kayıp, sadece savaş sırasında yapıp ettiklerini göreceğiz yüzbaşının. Führer’in söylendiği gibi sanata düşkün olduğuna inanması biraz kırıyor karakteri, her şeyi sorgulayan adam sanat eserleri konusundaki mülkiyet karşıtlığını Hitler’le paylaştığını düşünüyor, pek makul değil açıkçası. Hayal kırıklığına uğrayan bir karakter daha vardı ya, hangi romanda olduğunu aradım taradım da bulamadım, klasik müzik düşkünü bir Alman genci Fransa’ya mı, Polonya’ya mı ne geliyordu da usta olarak gördüğü müzisyenlerin izini sürüyordu, sonra asker arkadaşlarının dallamalıkları, komutanlarının sığırlıkları yüzünden Alman kültüründen iyice tiksinip aradığı müziğin peşinden dağ taş dolanıyor muydu ne, Ludwig de o asker gibi başlangıçta umut dolu, Paris’te Louvre’u gezmek için bir haftasını ayırıyor, üstüne Wehrmacht’ın sanat eserleriyle ilgili bölümünde çalışmak için dilekçe yazıyor ama torpilliler çoktan kapmış oraları, Ludwig bir müddet sürünmek zorunda. Aralarda güncelleme bölümleri var, bu epizodik roman Ludwig’le birlikte dünyanın değişimini de gösteriyor bazı bölümlerin başında, örneğin 1940’tayken hoparlör bağlanan araçlardan Paris’in işgal edildiği bildiriliyor, rütbeliler konaklara yerleşiyorlar, oteller işgal ediliyor, Pierre Assouline’in Lutetia‘sında dakika dakika anlatılıyordu bu işgal, çocuklar gibi dolmuşlar şehre Almanlar. Ludwig mutsuz ama, istediği bölüme geçebilmek için eski sergilerin kataloglarını getirtiyor, iğneyle kuyu kazıyor resmen, Reich’ın hiçbir listesinde adı geçmeyen eserlerin yerini belirlemeyi başarıyor. İlk çıkışı bu, envanter çıkarıp sandıklara yerleştirilen eserleri yallah göndermekten yılmak üzereyken ERR’den bahsedildiğini duyuyor üstelik, gideceği yeri biliyor artık. Bu servis başlangıçta sanat eserleriyle ilgili tek servis değil ama başına getirilen Göring’in sanat eserlerine düşkünlüğü, üstlerine karşı pervasızlığı bu eserlerle ilgili tüm yetkiyi elde etmesini sağlayacak. Ludwig’le yolları kesişecek ama öncesinde iki şey: adamımızın eserlerde ne gördüğünü aralara serpiştirmiş Benguigui, saklanmış güzellikleri yakalamaktan çizgilerin hikâyelerine kadar. “Güzellik sürpriz seviyor ve Ludwig de, ürkmüş gibi yapan, titreyen bir eseri görmeyi sevdiği kadar hiçbir şeyi sevmiyor. Ürpertiler sarıyor her yanını, bazen olmayan şeyleri hayal ettiğini, eserlerin bilinçten yoksun olduğunu biliyor ama fikir hoşuna gidiyor.” (s. 21) Tazı gibi koşturuyor Ludwig, evleri basıyor, Yahudilerin kapılarını kırmasının sebebi onlara duyduğu öfke değil, hayır, eserlerle arasındaki engeli ortadan kaldırmak. Taktikleri de biliyor, kadastrodan planlarını istettiği evlere bakıyor, planlara bakıyor, ev daha küçükse gizlenmiş koridorları, odaları bulmak an meselesi artık. Eserler güzelce ambalajlanmış, paketlenmiş, götürülmeye hazır. Lutetia‘da Fransızlar servet değerindeki şarapları mahzendeki gizli bölmeye sakladıkları zaman Almanlar avuçlarını yalıyorlardı da Ludwig gibi bir adam yoktu yanlarında, belki sağlam bir degüstatör koklaya koklaya bulurdu. Evet, Ludwig fırçadan kopan parçaların resim üzerinde bıraktığı izlerin ortaya çıkışını dahi canlandırabiliyor gözünde, Modigliani’nin bir nü’süne bakarken fark ediyor kopuşu mesela, tablolara dalıp gittiğinde yeni eserleri ortaya çıkarma isteği harlanıyor, yeni baskınlar için sebep. Göring’in bu tutkuyu fark etmemesi imkânsız, anlatıcının üslubunu bozmadan geçmişini anlattığı Göring nihayet ortaya çıkıyor, Ludwig’in soğukluğundan işkillense de adamdaki cevheri görünce veriyor yetkiyi, Ludwig artık parmakla gösterilen bir adam. Yıl 1942, Göring daha fazla şişiremiyor gücünü, savaşın kaybedileceği belli ama çorlanacak çok eser var. Helmut’a ne gerek o zaman, atlayıveriyor orta yere? Rus cephesinde savaşmış, gözden düşmüş bir kahraman, Ludwig’in birimine veriliyor ama etkisiz eleman, Paris’in “kurtarıldığı” gün tek başına çatışırken delik deşik edilmekten başka bir vazifesi yok. Japonlar önemli, İtalyanlar önemli, Almanya’nın yenilgisini her açıdan ortaya koymak için tamam da Helmut bir sembol mü, kahramanlık timsali mi, iki olasılık da kurgu için kötü. Eh, oluversin.
Lucette ortaya çıkana kadar işler yolunda Ludwig için, pek bilmediği aşkla karşılaşmasa tutkusunu sürdürecekti ama bu kadında Rönesans havası var. Gerçekten. 15. yüzyıldan kalma eserlerden birinde Lucette’in yüzünü görüyor Ludwig, bir diğer resimde Göring’i görüyor, aşkla nefret resimlerden fışkırıyor. Başta oldukça mesafeliler, Lucette’in direnişçilerden biri olduğunu uzun süre anlamıyor Ludwig, çok sonra fark ediyor ama kendisi de değişmiş artık, Almanların sanat eserlerini sırf ele geçirmek için kovaladığını anlamış, daha pek çok arızayı fark etmiş, raydan çıkabilir. Şimdi, geçişlerin hızı yüzünden Ludwig’in kişiliğindeki değişimlerin görünmemesi bir olumsuzluk mu diye düşünüyorum çünkü her şey olup bittikten sonra adamımızın inzivaya çekilmesi de aynı hızın yarattığı belirsizlikten mustarip, düşünüyorum da Ludwig’in zaten duygularıyla değil de dehşete düşürücü ölçüdeki soğukkanlılığıyla, mantık kumkumalığıyla hareket etmesi o hızı da makul kılıyor sanki. Lucette çat diye ölüyor mesela, birileri ispiyonladığı için hemen ipini çekiyorlar, Ludwig’in ne hissettiğini tam olarak anlayamıyoruz ama sanat eserlerine karşı hissettikleri dışında iç dünyası berrak değil zaten, kabul edilebilir de geliyor bana, bilemedim. Birlikte çalışıyorlardı Lucette’le, kadının planını uygulayacak noktaya gelen Ludwig eserleri “kurtarmak” için çalışacak artık, Lucette’in kuzeni Albert de ortaya çıkınca kararından iyice emin olacak ama kaybedilecek bir savaş, karman çorman olacak bir şehir var önünde, yırtıp yırtamayacağı da önemli. Çok şanslı bir adam olduğunu söyleyip bitireyim, bu başarılı romanı da önereyim herkese. Tutku nedir, sanat nedir, savaş nedir, aha budur.
Cevap yaz