Parlak öyküler. Tertemiz dil, özenilmiş kurgu. Gözümde jilet takım elbiseli, bond çantalı biri canlanıyor. Bu biri kenar mahallelere gidip gözlemliyor ortalığı, yıkık kimler var, özenle çıkardığı not defterine not alıyor yavaş yavaş. Ana bacı yapılmaz kahvehanelerde, biliriz, çok ünlü bir yazarımızın gemicilerin konuşmalarını deterjanla yıkamasını hatırlıyorum, aynı tarife. Bir de Metin Kaçan’ın sokaklarını hatırlıyorum, o sokakların dilini, testeredir. Burada ışıl ışıl bir kepçe, bol kepçe, kenar mahallelerin insanları, işsiz güçsüzler, dikiş tutturamayanlar. Memleketimizin tertemiz insanları, üfürülen Anadolu irfanı sanki. “Keşif” diyelim, Bir Zamanlar Anadolu’da‘dan hallice, sahadaki insanların öyküsü. Hâkime Hanım’ın kalemliğini yapan anlatıcının gözünden kırsalın vaziyeti şık bir paragrafla başlıyor, alayım: “Çekirge zıpladı, karayılan kayış gibi kaydı, dut tanesi düştü, yosun terledi, yel yaprağa dokundu. Aynı anda kadastro mahkememizin beyaz minibüsü göründü yaşlılarla. Dutun dibinde oturanlardan Adalı’yı seçtim.” (s. 9) Arsa işi, Adalı oranın en eskilerinden olduğu için ekibe dahil oluyor, Gülten Nine’ye sorular sıralanırken kadını zamanında isteyip istemediği üzerinden bir hikâye, iki taraf da farklı konuşuyor. Köylülere pek güvenilmiyor anlaşıldığı kadarıyla, minibüs durunca devlet erkânını karşılamaya korkulu gözlerle gelmelerinden belli, devlet yalnız. “Ben en öndeydim, kalem olarak. Rahat olacağım elbet, yılların kalemiyim.” (s. 9) Bu şekilde bilmek istemiyorum çünkü suratıma çarpıyor, sarsılıyorum. Açıklama kime, diyaloglarla gelse ya. Puslu, grimsi bir hava var, iki üç kez tekrarlandığına göre aklımızda tutamamamızdan korkuluyor herhalde, esen ılıkça yelin sıkıntıyı dağıtacağı ne sebeple umuluyorsa. Haritacı Bilirkişi piyasaya çıkıyor, davanın her yana devrilebileceğini, yağmura veya güneşe gidebileceğini, fırtınaya veya tayfuna dönebileceğini söylüyor, kısacası edebî atak geçiriyor. Hâkime dağ bayır çıkarken gülümsüyor, meslek seçiminden duyduğu memnuniyet mi? Birilerinin toprakla ilişkileri, birilerinin alkolikliği, şöyle bir insan manzarası. Kerim var, alkolü seviyor, eczaneden alıyor herhalde, tekme savurduğu şişe “edepsiz bir küfür gibi” yere düşüyor? Falan, başka manzara, “Bir Milim”, anlatıcı bu kez topuklarının üzerinde, bir milim geri gidiyor ki aşağı uçmasın. Atlamasını söylüyorlar, hâlâ Hâkime’yi düşünüyor olabilir zira hızını alamayıp bu öyküye geçen anlatıcıya benziyor, önceki öyküyü bitirememiş mi? Üç saattir yukarıda, yanındaki psikolog mırıl mırıl bir şeyler söylüyor, herhalde atlamamasını söylüyor. Belki polis de olabilir ya da delinin tekidir, kim bilir. Adam düşünüyor, düşünmekten başka bir şey yapmayacağını biliyoruz zira düşünce öyküleridir, eylemler dahi düşüncelerden ibarettir. Atlamasını söyleyenleri susturuyorlar, çok gürültü çıkıyor çünkü. “Belki kalabalık tarafından kınandılar. Kalabalık kınarsa susulur çünkü. Kınanmanın bir sonraki aşaması linç edilme. Kimse istemez linç edilmeyi.” (s. 19) Vay canına. Aşağıdakiler atlamasını istiyorlar, hepsi istiyor, ses çıkarmasalar da biliyor anlatıcı zira kendi de onlardan biri. Biri atladığını görmeden gitmeyeceğini söylüyor, bizimki ne hali varsa görmesini söylüyor. İmrenilesi derecede kibarlar, çok beğendim, ben de birinin kafasına düşerken beyefendiden kenara çekilmesini istirham ederdim zannediyorum. E şimdi onca düşünsel gevezeliğe bir son lazım, bu nereye varacak, bari psikolog atlayıversin, sonra bizimki bir milim ileri, bir milim geri giderek bitirsin öyküyü. Sac yağmur oluklarını kestiği makas, kaynak makinesi falan, anlatıcının işçi olup olmaması zerre umurumda değil, öyküye takla attırmanın ucuzluğuyla ilgilenmiyorum. “Gar Aile Çay Bahçesi”yle birlikte kahvehanedir, çayhanedir, yenilmişlerin yenilmişliklerini türlü biçimde hikâyeleştirme alanlarıdır, yenilmişlerdir zira para yoktur ve düzgün bir baba da yoktur. Can sıkıntısı hangi öyküde başladı, sanırım bu öyküde bıraktım ipin ucunu. Orhan Amca yine birilerine sarmış, sopa yemiş dışarıda, ne yazık ki oğlu Toygar’ı aramış ve olayı büyütmüş. İçeride maç var, anlatıcı bir maça bakıyor, bir dışarıda ne olduğunu anlamaya çalışıyor, yine insan manzaraları. Örnek: “Orhan Amca’nın bir de ahbabı vardı: Fuat. O, bundan da beter. Garibin teki, insanın yüzüne öylece durup bakar gülümseyerek, sallana sallana. Selam vermeye kalksan esir eder o dakka; ne hikâyeler ne mavralar. Orhan Amca zaten kahvede yatıyor geceleri. Toygar, Fuat’a da acıdı, izin verdi kalmasına.” (s. 25) Bütün öykülerde böyledir hikâyeleme, insanlar da aşağı yukarı böyle, bir şey beklememeli. Kahvehanedeki eril ortamın nezakete izin vermemesini daha kısa, daha derinlikli bir şekilde vermek mümkündü, her çatışmaya analist gibi yaklaşan anlatıcı yüzünden mümkün değil, sorunun çözümlenmesini mutlaka anlatıcının gözünden görmemiz gerekiyor. Karakter soluk alamıyor. “Çayla Çalışan Makine”de de benzer durum, pişti oynayan bir tayfa var, içlerinden biri trene atlayıp uzaklara gitmek istiyor, bir başkası bilmem ne istiyor, her birinin olayını teker teker öğrenirken kahvehanenin doğası, piştinin mekaniği hakkında eşsiz bilgiler öğreniyoruz. Misal: “Valeyi bir sonraki tura saklayayım. Psikolojik bir durum, insan elindeki sayıyı hemen atmak istemiyor, sona bırakıyor genelde; pişticilerin düştükleri en büyük tuzak.” (s. 35) Azıcık olsun ilgilendirmiyor, açmıyor yahu karakterin cort fikirleri, öykü “doldurmak” için bunlara yer vermek şart mı? Analist iş başında, neden o masada oturduklarını her gün, neden karakterlerden birinin istediği gibi gidemediğini hep çözümlemelerle görüyoruz, anlatıcı en ufak bir giz bile bırakmıyor ortalıkta, diyelim ki çay ocağının buğuladığı camlarla içerideki makineleri devinir kıldığından bahsedecek, çay ocağının buğuladığı camlarla içerideki makineleri devinir kıldığından bahsediyor, doğrudan, ipleri elinden hiç bırakmıyor, ipleri renklendirmiyor da, aynı tonda anlatımını sürdürüyor, boğuyor, biraz olsun gökyüzü bırakmıyor öyküde. Piştiyle ilgili spektaküler vecizelerini aktarıp kapayayım bahsi: “Fakat piştinin hayallerle işi olmaz. Hayat kadar gerçektir. Sırayla oynanır. Sol yanındaki sana çeker silahını, sen sağ yanındakine; etme bulma dünyasıdır. Valeni çabuk harcarsan sevincin kısa sürer. Eller dağıtılır, kime ne düşeceği belli olmaz. Kimi şanslı doğar, eli güzel açılır. Elin güzelliği sana gelen kartlar kadar gelmeyenlerle ya da rakibin kısmetinde olanlarla da ilgilidir. Adımları dikkatli atmak gerekir, iyi kâğıt saymak şarttır; rastgele eline geleni sallarsan adamı donuna kadar soyarlar.” (s. 40) Öff.
“Dede, Oğul, Torun, Yüksek Yerler, Bayramlar ve Yiyecekler Hakkında” iyice öykülerden biridir, bir bölüm diyaloglarla kurulurken diğeri zaman çizgisinin sonlarında geçmişini hikâyeleştiren anlatıcının hatırladıklarını anlatmasıyla oluşur. Bu iki bölümün ardışık ilerleyişinde anlatıcının zamanıyla diyalogların yer aldığı zaman kontrast oluşturur, anlatıcının yaşamını düşününce çocukluk ve yaşlılık olmak üzere iki kutup görünür. Biçim sıkıdır, anlatılan da pek tutulmuştur, iyidir. “Gökyüzünden Gelen Top” kameranın yavaşça hareketiyle yakalanan insanların hikâyeleridir yine, diğer öykülerden bu yönüyle ayrışmaz ama sokakta oynayan çocukların neredeyse uzaya çıkan topun yere inmesini beklemeleri, bekledikleri sıra artık gerçekten kabak tadı veren analistin o kadar yavaşlamaması bu kez, iyiye yanaştırır öyküyü. “Fefulya” en iyisi, gerçeküstüne varıyor, aynı karaktere dair hikâyeleri birleştirmesi başarılı. “Antarktika Edebiyat Yıllığı”yla bitirmek isterim, Gibi‘den fırlamış gibi duran bir cümle beni benden aldı, anlatıcı kadının kocasından bıkıp Antarktika’da aşçı olarak çalışmaya başlamasının magnifik hikâyesinde hem kişiliğini geri kazanmış bir kadının edebiyat aşkı yer alıyor, hem de şu muazzam cümle: “Ama o kocaman buz kalıbının altında aslında küçük bir çocuktur Antarktika.” (s. 84)
Cevap yaz