Derinliğe bir bakış, sonra yüzey, eylemin gerekçesi ve eylem. Derinliğe bakmadan eylem, gerekçesi içkin. Sıradanlıktan nasibini hayli hayli almıştır da olağandışı yanları vardır karakterin, hani kayışı koparmasına neden olacak nadir olaylar gelir başına, bir şey tetikler de yoldan çıkar. Öyküler bu çıkışların derlemesi, çizgisel, taklasız. “Köpeğin İntikamı” tepki çekmiştir muhtemelen, When Evil Lurks bir çocuğu kafasından ısırarak sürükleyen köpek yüzünden eleştirilmişti ama, yani, öcülerin ahlak falan gözettiğini sanmam, zaten çocukların başına hiçbir şeyin gelmediği filmler de ne saçmadır, yetişkinler yüz iki parçaya ayrılırken veletler çığlık atarak koşarlar oradan oraya. Hiç mi siniri bozulmuyor öcünün. Evet, Pirandello önce çatışmanın kanatlarını şöyle bir açar iyice, tarafların aksiyonlarını, taktiklerini gösterir, sonra gizlediği tüfeği çıkarıp patlatıverir. Jaco Naca “neden ve nasıl olduğunu anlamadan” şahane bir tepelik alanın sahibi olarak bulur kendisini, vadilerden ovalara, denizden kayaya türlü çeşitli coğrafi şekil, jeolojik zımbırtı emrine amadedir. Müthiş bir yatırımcı olduğu için üç sene sonra toprağının bir kısmını protez bacaklı bir adama üç otuz paraya satar. O sırada sıtmadan mustariptir Jaco, sağlıklı düşünememiştir, sattığı yerde bir yıl sonra villaların yükseldiğini görür, çıngar çıkarınca biraz daha para koparır ama iyice işkillenir, demek ki gerçekten değerinin altına satmıştır arazisini. İntikam yeminleri etmeye başlar, mahkemeye gider ama küçücük bir alandan başka hiçbir şey kalmamıştır elinde. Bildiğimiz gibi öç, ılık meltemlerin bir anda höfşürücü rüzgârlara dönüşmesine benzer, Jaco esip gürlerken evine bir köpek alır ve onu da fırtınaya çevirir, aç bıraktığı köpek gece gündüz acı acı havlamaya başlar. Villalardaki kiracılar için uyku yoktur artık, şikayet etseler de bahaneler hazırdır: “Köpeğe yiyecek vermediği doğru değildi; ne kadar verebilecek durumu varsa o kadar veriyordu. Zincirini çıkarmanınsa lafı dahi edilemezdi, çünkü zincirden kurtulduğu an kaçıp evine geri dönerdi köpek. Halbuki kan ter içinde çalışarak elde ettiği ürünlerinin koruyabilmesi için bu köpeğe ihtiyacı vardı. İki üç tane çalı çırpı mı? Eh, bir göz açıp kapayıncaya kadar geçen sürede, zavallı bir cahilin arkasından iş çevirerek zengin olma talihi maalesef herkese nasip olmuyordu!” (s. 12) İç çatışmalar da yaşanır bu sırada, villaların sahibi hem köpeğe hem de Jaco’nun bağırıp çağırmasına dayanamayıp hışımla cama çıkar, tüfeğini ateşler, tutturamaz. Kiracılardan birinin kızı itiraz eder, nedir yani, zavallı köpeği mi vuracaktır manyak adam? “Sicilyalı bir çiftçinin köpeğini öldürmek mi? Bunu tekrar denemeden önce adamakıllı düşünülmesi gerekmektedir! Sicilyalı bir çiftçinin köpeğini öldürmek demek, alternatifsiz, kendini öldürtmek istediğini beyan etmek demekti.” (s. 15) Sicilyalının tokadı pek olur gerçekten, nitekim kız meseleyi anlayıp köpeği beslemeye başladıktan bir süre sonra annesinin uyarılarına aldırmayıp Jaco’nun arazisine girer, köpeğin tepki vermeden yattığını görünce bir cesaret yürür azıcık, ansızın namlunun ucuyla müşerref olur. Dan! Refleksle çekilmedi o tetik, adam çocuğu görüp de vurdu ama kız neden yüzükoyun düştü bilmem, şöyle bir şey canlanıyor gözümde. Bu öykü karakterlerin itelemesiyle ilerleyen kurguya sahipti, “Zıp Zıp Kurbağa”ysa tipik Pirandello öyküsü, derinliğe bakmakla yetinmeyip dibe dalmalılardan. En sevdiğim. Fabio Feroni diğerleri gibi kafedir, gezip tozmadır bilmez, bekâr evinin terasında örümcekleri ve böcekleri izleyip yaşam bilgeliğini parlatırken o da nesi, uzun yıllar süren eğlencesini çat diye bitirir çünkü “antik bilgelik” kendisini terk etmiştir, Fabio evlenmek ister. Yıllardır izlediği kaplumbağasının çıkamadığı üç basamağı çıkacaktır belli ki, bu yüzden hayvanın başarısız bir denemesine şahit olduğu zaman sinirlenir, “hayvan” diye bağırır hayvana ama tıpkı bir insana bağırır gibi bağırmıştır, sebebi yardım teklifinin geri çevrilmesi. İnsanca yine, neler oluyor? “Bu farkına varış ne ifade ediyordu? Az önce kaplumbağaya dediği anlamda bir insana hayvan denmesi, hayvanlara ağır bir biçimde hakaret etmek olur. Çünkü bu, bir insanın aptallığıyla, bir hayvanın içinde doğuştan var olan ahlaki doğruluk veya içgüdüsel sağduyuyu birbirine karıştırmak anlamına gelir. Kendisine yapılmak istenen yardımı reddederse bir insan, ona hayvan denir; zira hayvanlarda dürüstlük demek olan davranışı insanlar uyguladığında, buna değer vermek yerinde bir tavır değildir.” (s. 27) Sanki tutarlı bir şekilde hedefine varmaya çalışmaktadır da zıp zıp kurbağaya dönüşüp kaybetmektedir, Fabio hemen kendine vazife çıkarıp kaplumbağanın küçük arzusunu kendisinin arzusu beller, küçük arzuların peşindeyken yaşadığı yıkımı kaderin zalim oyununa bağlar, o zaman arzu etmeyecektir hatta umut dahi etmeyecektir. Determinizmi reddetmeye kadar varır mevzu, “felsefi dalınçlarından” uzak durup umursamazlığa kapılan Fabio nihil nihil dolanmaya başlar, Molesi’nin canını böyle yakacaktır. Ev tutar, evlenir, çocuk yolda, Fabio kötü talihini bulmak için evin altını üstüne getiriyor. Delilik. “Dreetta saçı başı dağılmış bir halde pencereden, ‘İmdat!’ diye bağırırken, Feroni pijamalarıyla dışarıdaydı; ıssız sokakta, gecenin içinde bir bağırıp bir gülerek hoplayıp zıplamaya devam etmekteydi.” (s. 38) Kendi belirlenimciliğini inşa eden kurbağamız dünyanın geri kalanıyla papaz olmuştur, süper.
“Anlaşıldığı An” çerçeveyi baştan çatarak ortamı hazırlar, karakterleri birer birer ortaya çıkararak içeriği sağlar, dan diye vurur noktayı da biter. Öykü yapıyor bunları, helal, gece treniyle Roma’dan Fabriano istasyonuna gelen yolcuların Marche yönündeki yolculuklarına küçük, köhne ve aheste bir trende devam etmek için şafak vaktini beklemek zorunda kalmaları falan, öyküde bunların işi var ama yok, hani bir aşinalık yaratarak özdeşleştirme teranesi, tamam, öbür türlü uçtu gitti bunlar, bir sayfa sonrasında kimin nereden neyi, neye binecekler, hah, tren, Roma’dan Sicilya’ya mı, alttan tünel mi var, bir şeyler. Bernhard’ı tutuyorum ben bu konuda ya, daya gitsin, çevre kurulursa kurulsun akışta, kurulmazsa da kendi bilir. Zaten bol diyalog arası kompartıman sıkıntısı saracak etrafı, yolculuk bile anlamını yitirecek ama trendeki yabancıya anlatılacak hikâyeyse mevzu, buna da tamam. 19. yüzyılın başlarında kömür madenlerinden kurtarılıp kamunun kullanımına sunulan trenlerin yolculuk sohbetlerini bitireceği öngörülmüş, o zaman göre acayip hızlı giden şeytan icatlarının bozduğu görsel ve işitsel algı yüzünden insanların iletişim kuramayacağı düşünülmüş, oysa hemen uyum sağladık, hemen. Boşa korkulmuş. Ha, kitap okumak veya bir şeye kafa yormak için birebirmiş tren yolculuğu, 200 yıl sonra imza atıyorum buna. Neyse, savaş var, yolcuların en az bir akrabalarını kaybetmiş olmaları muhtemel. Karakterlerden biri oğlunu kaybettiğini söyleyerek gözyaşlarına boğuluyor, diğer yolcular kendi kayıplarını anlatmaya başlayınca şaşırıyor. “Sonra bir anda… Başkalarının onun ne hissettiğini anlamadıklarından ziyade, başkalarının hissettiklerini; çocuklarının savaşa gitmesine ve hatta ölmelerine bile nasıl böyle tevekkül edebildiklerini asıl kendisinin anlayamadığını anladı.” (s. 47) Şudur, karakter başkalarının acılarını fark ederek yabancı bir dünyaya adım attığını hisseder, benliği silinir de ki, yepyeni bir zihinle görmeye başlar dünyayı. Eşinin ölümü kabullenmemesini anlatarak açmıştır muhabbeti, geldiği noktada oğlunun ölüp ölmediği sorulur -retorik- ve durumu tam olarak o an idrak eder. Oğlu ölmüştür. Eşinin ölümü kabullenmemesine, yolcuların hikâyelerine, kendi doğumuna, bebekliğine, gençliğine, yaşayıp gördüğü ne varsa hepsine rağmen ölüdür oğlu, gözlerini kapayıp bilincine format atınca gerçekle ilk kez yüzleşir.
Pirandello’nun insanı berraklaştıran öykülerine bayılıyorum. Kirli suyuz da maviliğimiz açığa çıkıyor kıyıdan.
Cevap yaz