Arıyorum arıyorum bir şey çıkmıyor, kitap var da yazarı yok, sonra Laurent Seksik’e ulaştım da buldum. “Lelouch”un nereden çıktığını bilemedim, müstear soyadı olup olmadığını da anlamadım, yazarın Can’dan çıkan kitaplarını görünce anladım ki yazarımız Laurent Seksik. Laurent Lelouch bir şey yazarsa ondan da haberimiz olur er geç, şimdilik Seksik’in bu -nedense- beğenilmeyen metnini değerlendirmek kafi. Ben beğendim çünkü çocukların savaş, ayaklanma gibi çok büyük toplumsal olaylar sırasında ölüme attıkları naniği görmek hoşuma gider. Başlarına korkunç işler gelse de bir şekilde yırtarlar, bunu dan dun gerçekçilikle görürüz ve kanımız donar, gerçeği eğip büken çocuk gözüyle görürüz ve arkada uzanan dehşet dünyasından ziyade sihirli öznelliğe odaklanırız. Değişir, Seksik’in anlatıcısı Nathan yıllar sonrasından geriye baktığında çok şeyi değiştiriyor, biliyoruz da rahatız çünkü kurtulmuş, Yahudi olduğu ve 1930’ların en sorunlu döneminin başladığı yıllarda Viyana’ya gittiği için tehlike büyük ama şansı da büyük Nathan’ın, tabii kimselerde olmayan biricik yeteneği sayesinde de kurtuluyor bazı. Zihin okuyabiliyor kendisi, biraz uğraşması yeterli. Bilinçte karanlık suları dağıtıp berraklığı bulmak, biraz titreme belki, kafasında hemen karşısındakinin düşünceleri oluşuyor. Süper olay, gerçi çıkardığı arızalar da çok oluyor, insanların zihin okuyan birine reva gördükleri tahmin edilebilir de Yahudi bir çocuksa zihinleri okuyan, eyvah, şiddetin ardı arkası kesilmeyecektir. Henüz İsrail olmayan İsrail’de bile böyle, gerçi Ephraim Kishon’un Peki Öğleden Sonra Ne Yapacağız?‘ında şaka kukayla karışık rezillikleri gördük, Amos Oz da değinir metinlerinde, İngilizlerin işgali altındaki ülkede Filistinlilerle Yahudiler birbirlerini yerler, Yahudilerle Yahudiler de birbirlerini yerler, hasılı o topraklarda herkes birbirini yer. Nathan önce babasından ve annesinden yediği dayakların ardından Viyana’da, sonra Almanya’da ve İsrail’de tokatlanıyor da “memleketim” diyebileceği yerden Paris’e kaçması tam komedi. Mizah unsurlarını, üslubu sona saklayıp hikâyeyi anlatayım, biraz zorlama gibi gözükse de zihin okuyan bir çocuğun tarihteki ünlü kişilerle karşılaşması çok da olağanüstü olmasa gerek, zihin okuduğuma dair haberler gazetelerde yer alsa Amerikan başkanı dahil hemen herkes benimle görüşmek isterdi. Başta köyünde mutlu sayılabilecek bir çocuk Nathan, okulda tembel ama sessiz, evde de öyle. Dayısı Benjamin’le okul çıkışlarında gittiği tepeden etrafı izlemek keyifli, âşık olduğu kızın hayalini kurmak on iki yaşındaki bir çocuk için dünyanın neredeyse en önemli olayı. Benjamin’in ölmesiyle tepetaklak olan bir yaşam başlıyor sonra, adamın kafasını gözünü dağıttıkları sırada yeteneğin Nathan’a geçtiğini söyleyebiliriz belki. Benjamin’in geçmişinde köyü basan Rusları bir süreliğine durdurmak var, artık ne olduysa bir gün hiçbir şey yapamıyor ve erkekleri hacamat ediyorlar. Kayışı kopuyor Benjamin’in, deli diye damgalanıyor ve dağ bayır gezmeye başlayınca tehlikeli hale geliyor artık, Nathan’ın onunla dolanmasını istemiyor ailesi. En sonunda öğrenmemesi gereken bir şey öğreniyor Benjamin, yüzü gözü yamulmuş, kulağı kesilip ağzına tıkılmış halde bulunuyor, Nathan da dayısının yolunda olduğunu gösteren davranışlarda bulununca ailesi hemen akrabalarının yanına, Varşova’ya gönderiyor çocuğu. Annenin korkusu biraz daha anlaşılabilir, yan hikâyelerden biri annenin kuzeniyle yaşadığı yasak aşka dair bölük pörçük anlardan ibaret, Nathan bazı görüntülere maruz kalınca anne korkup oğlunu hemen yollamak istemiş olabilir, bilemiyoruz, yüksek ihtimal. Sonuçta 1932’de Viyana’ya varıyor, Sigmund Amca’ya. Zweig, Einstein, Benjamin, Schnitzler, herkes orada kabustan önceki güzel rüyayı yaşıyor. Freud çocuğu incelemeye başlıyor hemen, seanslardan pek bir şey çıkmıyor çünkü Nathan’ın yaşamında cinsellik ağır basmıyor o sıra, hele annesine karşı hemen hiçbir şeyi yok. Nathan’ın yeteneği ortaya çıkınca Freud çok heyecanlanıyor ve büyük haberi yaymak için hazırlanıyor ama başına gelecekleri bilen Nathan evden kaçıyor, Viyana’da bir başına hayatta kalabiliyor. Gerçi polislerin düşüncelerini okuyup kendinizi iki kurşun yemiş halde kuytuda yatarken görünce kimseye güvenmemeniz gerektiğini anlarsınız, işinize yarar. Freud’un hizmetçisinin Nathan’ı kaçırması beklenmeyen bir şey, ona çözüm yok. Genelevler, parklar, caddeler, her yer aranmış da Tanya bulmuş Nathan’ı, şans. Trenle Berlin’e geçiyorlar, komünist çetenin eline düşen Nathan kurtuluşu çeteye uymakta buluyor: “Büyük sermayeyi eleştiriyordum. Weimar’a hakaret ediyordum. Hayvan gibi davranıyordum. Kurtlarla uluyordum.” (s. 64) Gösteri dünyasının meşhur ismi Bay Ganz’ın eline düşen Nathan’ın şovları olay olur, travestilerin gösterilerini de geride bırakınca rujla yazılmış “Yahudi’ye ölüm!” uyarılarıyla karşılaşır, rabbine sığınır. İyi bir dinî eğitim almış mıdır, eh, dinle arası iyidir Nathan’ın, anladığımıza göre edebiyatla da iyidir ki Twist ve Finn gibi oradan oraya dolandığını düşünür ama sonraları edebiyattan zerre anlamadığını, hiçbir şey okumadığını söyleyecektir, ailesinde de okuyan kimse yoktur, haliyle bu edebi malumata nereden ulaştığı meçhul. Neyse, bir gün salonu bomboş bulur, Bay Ganz’ın söylediğine göre çok önemli biri gelecektir ziyarete. Kapı açılır, dört kişi salonun dört köşesine geçer, maiyetiyle gelen adamı Bruno Ganz karşılar. Elinin havada kalmasına aldırmaz, “hırbo”yla fısır fısır konuştuktan sonra kenara çekilir. Nathan adamın karşısına geçer: tiklerle deforme olan bir yüz, alına dökülmüş saçlar, tuhaf bir bıyık ve kapkaranlık bir zihin. Nathan’ın gördüğü şeyler upuzun bir paragrafı doldurur ama azdır yine, yakılan kitaplardan kırılan camlara, düşen bombalardan vurulan insanlara. En sonunda katledilen halkını görür Nathan, metni oluşturan kısa bölümlerden bir sonrakine geçtiğimizde ilk cümle çakının ağzının tahtaya çarpınca kırıldığıdır. Devamı: “Durduğum bir iki basamak yükseklikteki yerden atlayarak Canavar’ı devirmeyi başarmıştım. Ama o, yerde çırpınırken ben de gırtlağına bıçağı saplamaya hazırlanırken aniden yüzünü çevirmişti. Küçük İsviçre çakısı da iki parça olmuştu. Helvetler Gotların yardımına koşmuştu.” (s. 85) Tarih de biliyor Nathan, bıçak kullanmayı bilse halkını kurtarabilirdi. Musa yerine koyduğu olmuştur kendini, yanan çalıyı aramıştır, ilahî bir sesi beklemiştir ama hiçbiri yoktur ortada, yardım gelmez. Macha nam bir kızla birlikte Filistin’e göçmeye karar verdiğinde sondan bir önceki durağa gelir, ABD’ye kadar sürecektir kaçışı. Kissinger’la karşılaşmasıyla hikâye sonlanır, “arkası yarın” havası.
Kısa bölümler mini dizi havası yaratıyor, hemen her bölümün sonunda bir meraklandırma, heyecan yaratan bir olay, neyse artık. Bölüm başlarında sonradan detaylandırılacak bir aksiyon veya durum. Yetişkin gözüyle geçmişine bakıyor Nathan, o zamanlar ne hissettiğini bilemiyoruz ama ağır ironi, mizah bombardımanı altında travmanın izlerini bulabiliriz, dişlerinin eline verildiği polis dayağını dalgaya alır bir yerde. Komik adamdır da genellikle karaya çalar komedisi, Filistin’e gelirlerken: “Elimizde tek mülkiyet belgesi olarak bir Eski Ahit’le gemiden iniyorduk. Yerde olduğu kadar gökte de mesele henüz anlaşılmaktan çok uzaktı.” (s. 99) Şu da Filistin’den bıktığında, Habeşistan civarlarını düşünürken: “Bir efsaneye göre orada dünyadan uzakta, Süleyman Peygamber’in soyundan gelenler yaşıyordu. Yahudi ve kara derili olan insanlar! Hep kendinden daha acınacak durumda olanların bulunduğunu düşünmek insanın içini rahatlatır.” (s. 120) Filmi var bunun, dileyen o insanların nasıl kurtarıldıklarını bol kahramanlık sosuyla yiyebilir.
Seksik’in romanı iyidir, tekrar basılsa rağbet görür bence. Nathan halkına has komikliğini bir iki mevzu haricinde esirgemez. Ailesine dair gelişmeleri anlatırken ölüm kadar ciddidir, bir de geçmişi, anıları tekrar oluştururken. Yahudilerin tarihlerini korumak için yaptıklarını düşününce başka türlüsü de gelmezdi elinden.
Cevap yaz