Başka Dillerin Şarkısı‘ndakilere benzer öykülere rastlarım diye başladım, gerçekten kötü öykülerle karşılaştım. Marmaray’da oturacak yer de bulmuştum, keyifle başladım okumaya, daha ilk öyküde sıkıntılara gark oldum. Yani bir o öykülere bakıyorum, bir bunlara bakıyorum, akıl alır gibi değil. Asgari öyküyü çeşitlemeli, bunlara “arzıhal öykü” diyeceğim, meramın kurguyu boğa boğa öldürdüğü, açıklayacak hiçbir şey kalmayana kadar açıklamanın gizi ortadan kaldırdığı, sloganını bar bar bağıran öykü. Deprem, azınlıkların maruz kaldığı her türden zulüm, meseleler çeşitli ama o kadar kötü anlatılıyor ki taş gibi oturuyor yanılsamaya, yanılamıyoruz, o aradalık oluşmuyor, kurgunun sunduğu baştan iptal. Öykülerin başındaki epigraflara değinmiyorum, borazanlık. “Garine”ye bakalım, anımsama öyküsü. Anlatıcı anneannesinin gönlündeki ayrı yerinden bahsederek başlıyor, öykü boyunca anneanneyi ön planda tutarak aile tarihinden parçalar çıkarıyor. Dedesini hiç tanımamış, nenesiyle birlikte yaşamış, söyleneni ve gizleneni görmüş. Bakalım, nene namazında niyazında, tüm sevdikleri için sık sık dua etmekten erinmiyor, çok güzel türkü okuyor ama Erzurum’dan tek bir ezgi dökülmüyor ağzından, orası bir yara. Nene yetim ve öksüz, eşinin amcası sahip çıkmış da İstanbul’a gelin getirmiş kızı zamanında. Sırf tarih anlatısı olmasın diye anlatıcıyla nenesi arasındaki teferruata geçişler var, eh: “Çok şenlikli olurdu bu kabul günleri. Birbirinden değişik komşu kadın tiplemelerinin patırtılı konuşmalarını dinlerken bir süre sonra yorgun düşer, kıvrıldığım yerde uyuyakalırdım.” (s. 12) Minval bu, gittiği yerde pek bir farklılaşma yok, düz. Kadınlardan biri “gâvur ölüsü” tabirini kullanınca nene darılıp çıkmış odadan bir gün, kadınlar bok ağızlı kadına çıkışmışlar, nene kızının omzunda ağlamış. “Dönmenin dölü” dedikleri olmuş, daha da bir sürü şey demişlerdir, sıralanmıyor da ilginç bir sonuca varıyor: “Madem ona zarar veriyordu, bu sözcüklerin sonu ölümdü. Elimdeki su tabancasını hırsla onlara yöneltiyordum. Fışkıran suyla beraber mürekkep akıyor, geriye tertemiz sayfalar kalıyordu. Temiz, beyaz sayfalar…” (s. 13) Nene bir Ermeni kilisesinin önünde taş kesilir, hüznünün dibi yoktur, Erzurum’daki komşularını hatırlar küçüklükten, koparılmanın acısını yaşar, hastalandığı zaman anlatıcı öğrenir hikâyenin bir kısmını, nene belli belirsiz parçaları anlatmıştır kızına. Vefat ettiğinde o kiliseye gider anlatıcı, nenesi için mum yakar, çıkarken Ermeni bir kadına denk gelip başıyla selam verir, nenesi sanki görmüş de ruhuyla okşuyormuş gibi gelir. Ha, nene için gazetelere layık ilan, haber: “Kadriye Nenem iki gün sonra Hakk’ın rahmetine kavuştu. Cenazesi öğle namazını müteakip Şişli Camii’nden alınarak Zincirlikuyu’daki aile kabristanına, çok sevgili eşinin yanına defnedildi.” (s. 16) Nokta. “Tamam,” dedim, bir sonraki öyküye geçtim, o sırada Üsküdar’a geliyordum galiba, tren biraz sakinleyecek diye sevinmiştim ki “Rüya” denk geldi. Anlatıcı -Rüya- bir tercüman, İsviçre’den gelen kurtarma ekibi için çevirmenlik yapacak, doğruca deprem bölgesine. Nişanlısı biraz kalas, kadına çıkışıyor, aslında gitmemesini istiyor ama Rüya gidecek, Thomas’la tanışıp yıkıntılara koşacaklar hemen. Kamerayı çalıştıralım, maske takan insanlar göreceğiz çünkü koku dayanılmaz, her şey çürüyor. Çocuklar çok savunmasız, yetişkinler çaresiz, herkes perişan, üstelik enkaz altında kalanlara erişmek çok zor. Birtakım gözlemlerden sonra ses alınan bir enkazın başına geliyorlar, kepçe lazım, hayatını kaybeden kızlarının çıkarılması için kepçe ayarlayan çifte gidip ödünç istiyorlar kepçeyi, kadın müthiş bir temennide bulunarak bir can kurtaracaklarını, kendi çocukları için kurtarmaları gerektiğini söylüyor. “Parçala onları kaplan! Benim için!” Vinçmiş bu arada, kepçe değil. Kurtarıyorlar çocuğu, sonra kalas tekrar arıyor ve kesin kez bitmesine yol açıyor ilişkilerinin, haliyle çok daha iyi bir insan olmaya doğru giden, adeta tekamül eden Rüya yeni kazandığı farkındalıkla Thomas’ı fark edip mutlu mesut bir hayata yelken açabilir. Gerçekten. Böyle bitiyor öykü. “‘Doğru,’ dedi yavaşça, ‘Sana ihtiyacım var. Lütfen yanımdan hiç ayrılma.’ Ben de bu adamın gözündeki o güneş pırıltılı, değişken denize baktım uzun uzun. ‘Ayrılmam,’ dedim. Beni bağrına bastığında bütün sarsıntılar dindi. En güzel rüyaya uyandım. En gerçek Rüya oldum.” (s. 28) Ööf, Yeşilçam’a çevirmeye ne lüzum ya, şunlar olmadan öykü daha bir öykü olacak da, işte, oyuncaklarla ilgili iki öyküde de benzer bir hava var, ilk öyküde her şeyini kaybeden bir ailenin küçük kızına verilen oyuncak köpek Melül var, ikincide gayet sağlam yapılarda oturdukları için şöyle bir sallanıp ölmemeyi veya sokakta kalmamayı “başaran” ailelerden birinin kızına ait Hepgül var, ikisinin aynı köpek olduğunu söylemeye gerek yok. İkisi aynı köpek. Dayanışma böyle olur, gerekirse oyuncağını bile paylaşacaksın. Benim deprem zamanı yolladığım çadırlara ne oldu acaba, aklıma geldi şimdi, umarım en iyi şekilde kullanılmıştır yolladıklarımız. Otoban kenarına atılan eşyaları düşündükçe organizasyonsuzluğun kaderimiz olmadığını da düşünüyorum, işi bilen işi yapmalı. Ne diyecektim, depremdir, hayatları ödünç alınıp kurmacalaştırılan önemli figürlerdir, bunların bizde en başarılısı Şükran Kurdakul’un öykülerindekilerdir herhalde, Ali Kemal’in İstanbul’dan İzmit’e götürülüp linç edildiği bir öyküsü vardır Kurdakul’un, son saatlerini Marmara kıyılarının ışıklarıyla küçük bir teknede geçiren gazetecinin hissettikleri öyle bir biçemle anlatılır ki şapka çıkarılır, hani bir benzerini Karakaşlı’da da görmek isterdim çünkü çok daha fazlasını okuduktan sonra neden olmasın, olmadı ama. Rodin’in öğrencisi Madam Claudel’in hikâyesi, Bedri Rahmi’nin ömürlük sevgilisi Mari’nin doğurduğu aşk bir köşe yazısı olarak değerlendirilebilir belki, o kadar. “Arada”nın başarılı versiyonuna yakınlarda rastladığım için unutmadım, anayım, Gönül Kıvılcım’ın Parçalı Aşklar‘ında Batı meselesi Avrupa’ya gezmeye giden aile üzerinden anlatılır, iyi de anlatılır, şu paragraf yerine paragrafın içeriğini kurguya yedirmece vardır: “Benim ülkemde ne hikmetse Batı’nın tüketiciliğine özenilir. İş onların ürettiği maddî ve manevî birikimi görmeye geldiğindeyse ileri sarma tuşuna basılır.” (s. 57) Doğu mistisizm saçar, bilinmeyenin doğurduğu heyecandan fazlasını duyurmaz Batılıya, anlatıcının yüksek lisans için gittiği Avrupa ülkesinde hissettikleridir bunlar, çalıştığı kafede aklına ara sıra gelen düşünceler. “Masal Dünya”da hayal kırıklığıyla boğuşan anlatıcımızın batağa saplanması var, SSCB’nin dağılmasından sonra ekonomisi cortladığı için ülkemize gelen kadınlardan biridir İlonka, psikoloji mezunudur, revü kızı olarak çalışırken kıçını başını açtığı için dertlidir. Sevgilisi başka bir ülkede İlonka gibi para biriktirmektedir, bir gün kavuşacaklarına inanırlar, adam biraz odundur ama olsun, umut etmeye değecek bir şey var sonuçta. Memleketimizde bir yabancı, tersten okumaca. Sürekli “Nataşa” derler anlatıcıya, taciz ederler, yapmadıkları şey kalmaz, İronka başlarda pes etmeye meyilli olsa da sevdiğine kavuşabilmek için canavar gibi çalışmaya razıdır.
Konsepte göre ikili üçlü ayrılmış öyküler, son kısım göç öykülerinden oluşuyor. Yine didaktik öyküler, şaşmıyor bu kitapta, mesela “Zoraki Mültecinin Sustukları” cümbür cemaat göçmek zorunda kalan insanlara odaklanır, Sırplardan kaçan Kosovalıların kervanına. İşlerin kontrolden nasıl çıktığını dinleriz anlatıcıdan, camda eşini beklerken bir süre sonra silah seslerinden yarı deli hale gelmesi, adamın öldüğünü düşünmekten başka bir şey yapamamasına rağmen dayanması, yaşaması ve yollara düşmesi, binlercesiyle birlikte. Alıntıyla bitireyim, kesmeyenlerden biriyle: “Sorunlarımızı hatırlıyorum gülümseyerek. En son kocamın maaşına yeterli zam yapılıp yapılmayacağının derdindeydik. Sonra köşedeki mağazada kendime kırmızı bir elbise beğenmiştim. Alsam mı almasam mı diye aklından geçiriyordum. Düşünsenize beni o kırmızı elbise içinde. Kim bilir çamurların arasında nasıl da çekici olurdum.” (s. 87)
Aşırı doğrudan, düz öyküler. Tavsiye etmem, Karakaşlı benim aklımda o kitaptaki öyküleriyle kalacak.
Cevap yaz