Bu çok parçalı bir anlatı. Anlatıdan ben şunu anlıyorum, anlatıyoruz ama kurmacayla daha az kurmacayı tokuşturup anlatıyoruz, gerçeklik de sızıyor veya alenen kurmacaya dahil ediliyor bir yerlerden. Bu metinde bazı bölümler tamamen gerçeğe yaslanıyor, Hrant Dink’in anlatıldığı kahredici bölümler örneğin. Kahredici, her şey ayan beyan ortadayken kulağının üzerine yatan devletin mafyaya dönüşüm sürecini anlatıyor Karakaş ya da Karin demeliyiz, anlatıcının adı. Valinin Dink’e ayağını denk almasını kibarca söylemesi, MİT’ten iki kişinin o sırada dinleyici olarak makamda bulunmaları, katillerin seçimine dair Erhan Tuncel’in konuşmaları var, göz göre göre vurmuşlar Dink’i. Düdük devletinde katiller tebrik edilir, kolluk kuvveti katille fotoğraf çektirir, gurur yüzlerden okunur, azmettiriciler salınır, korkunç bir acı kalır geriye. “Devletin espri anlayışı insanı buz kestiren cinsten. Çıkıp, ‘Hesap verdik ya kardeşim, Ankara’daki canlı bomba saldırısında 109 kişi hayatını kaybetti,’ diyebilir. Sunduğu ölü sayısını hesap vermek sayabilir, hep yaptığı üzere ustalıkla sırasını savabilir. Hem burası kayıp ölüler ülkesi. Mezarı bilinmeden bir köşede doğanın insafına terk edilmişlerin mekânı.” (s. 11) Karin doğru sözcükleri bulmak için çabalasa da yasını aktarmakta zorlanıyor, anılarına sığınıyor, Yaşar Nabi Nayır’ı kazandığı zaman gelen telefonu anlatırken ne kıvançlı! Agos yeni kurulmuş, Dink yaşam dolu, hapis cezalarına ve tehditlere rağmen iki kardeşi barıştırmaya çalışıyor. Cımbızla çekilmiş cümleleri yüzünden geçirdiği soruşturmalar, gazetenin önünde milliyetçi tayfanın yaptığı gösteriler dünyayı küçültüyor, kabusla dolduruyor. Varacağı yer son bir telefon görüşmesi, Dink kısa süre sonra görüşeceklerini söyleyip kapadıktan az sonra Karin’e telefon geliyor, gerisi karanlık. Gazete önü şovları yüzünden esnafa mahcup olan, tehlikeli olur diye kaldırımda yan yana yürümemeyi teklif eden incelikli adamın geride bıraktığı boşluk. Öncesi var tabii, Karin’in hatıraları ötekileşmeden sağ kurtulma çalışmalarıyla dolu. Televizyonda gösterilen korkunç bir diziyi hatırlıyor, Ermenilerin katil olduğunu duyduğunda yaşadığı dehşet, çocuk daha. Ermenice biliyor, maması Türkçe harfleri gösterdiğinde şaşırıyor, iki farklı sembollerden anlamlar farklı farklı mı doğuyor? Birbirini tutmayan harfler birbirine karıştı, okullar okundu, bu kez de sosyal yaşamda Ermenilik. Evlerde çocuklara eğer soran olursa Hıristiyan olduklarını söylemeleri tembih ediliyor, Hıristiyanlık o dönemlerde Ermenilikten çok daha iyi. Karin o tedirginliği, korkuyu iliklerine kadar yaşamış, kurguyla hafifletmeye çalışıyor. Yan hikâyecikler: Karin aslında “Garine”den geliyor, Erzurum’un Ermenicesi. Saf, katışıksız anlamları var anneye göre, Ermeni köklerin güzel anlamı. İstanbul’da kaldığı kadarıyla, insanların birbirlerinin dükkânını yağmalamadığı zamanları büyüklerinden dinleyen Karin o şehrin geçmişte kaldığını, İstanbul’un isminin değişmesi gerektiğini düşünüyor, bizi öldürmek isteyenlerin ülkesinin adı da değişmeli. Yine de çocuklukta, gençlikte sarılacak bir şeyler var, eskinin insanları hatırda. Vapurlar birkaç yerde geçer, geçmelidir, bir kıyıdan diğerine okullara, evlere gidilmiştir, arkadaşlar uğurlanmıştır, aşklar yaşanmıştır, daha neler olmuştura bakmak için vapurlu bölümleri tarıyorum, sularla bir satırlar akıp gidiyor. Karakaşlı’nın bir kitabının ilk öyküsüydü, vapurlu öykü, vapurlar konuşur gibiydi ama aslında birine sesleniyordu anlatıcı, konuşturmak istediklerine kulaklarını dayıyordu, birlikte yolculuk ettiği iki arkadaşından birinin arkadaştan da öte olduğunu anlatıyordu usul usul, iskelelerin yolculuğa kapı olduğu malumdu, yolun hiç bitmeyeceği ilamdı, hatırlandığı sürece. “Kendimi de İstanbul’u da vapurlardan bilirim ben. İstanbul kendi içinde memleket sayılır. Sadece büyük olduğundan değil, her bir köşesinde birbirinden habersiz ve birbirine teğet nice hayat yaşandığından. Vapur korkutmaz, orası denizde salınan bir yuvadır, tanıdık.” (s. 45) Bir limana, iskeleye ilk kez çıkılıyorsa vapur evdir, dışarısı acemilik. Yeni bir iskelenin acemisi.
Şahitlikler, ani geçişler: Taybet İnan’ın cenazesi yaşamını yitirdiği sokaktan yedi gün sonra alınabildi. 57 yaşındaydı, 11 çocuk annesiydi, Silopi’de katledildi. Vekiller, kaymakamlar, valiler arandı, bedeni sokağın ortasında duran annenin yakınlarında nöbet tutuldu ki kuşlar konmasın, köpekler musallat olmasın. Yedi gün. Antigone hakkını istiyor, öyleymiş. Yer gök inliyormuş, duyana. Televizyonda bir yeniçeri Noel Baba’yı kovalarmış, ecnebi kültürü kök salmamalıymış, tiz kelleleri kesileymiş, Kayseri’de film çekimi için bile olsa burçlara haçlı bayraklar asılmamalıymış, gavur olurmuşuz. Ansızın gavur olmak, sağlam deneyim. Gomidas bu toprakların türkülerini derlemiş de ne olmuş, akıl hastanesine atılıp aklı kaçırtılmış bir güzel. Tûba’nın candanlığı yaşamı ısıtırmış, güç verirmiş, Dink için hazırlanan devasa kitabın ardında bu güç varmış, sebat, bir de karanlığa bir ışık olmaklık. “Herkese nasip olmaz. Bazı insanlar hayatlarının ta kendisidir. Ömürleri bir tarih, varlıkları bir coğrafyadır. Hrant Dink böyle bir insandı.” (s. 116) Hayatlarının ta kendisi insanları da anlatıyor Karin, Yaşar Kemal’in Fransa’dan arkadaşı bir beyefendiyle kurduğu kısa süreli dostluk, toplu taşıma araçlarından birinde karşılaştığı Hindu kadın, Berlin’in caddelerinde denk geldiği insanlar, tanıdıklar, eylemlere katıldığı Levent, zannediyorum soyadı Pişkin. Araya birkaç bölüm, sonuçta çizgisel anlatı değil, mesela rüyada Ermeni görmenin, Ermeni’ye dönüşüldüğünü görmenin, Ermeni kilisesi görmenin hep kötüye yorulması, Ermenilerle ilgili her şeyin, her Ermeni imgesinin kötüyü çağırması. Rezillik. Ermenice öğrenmenin bir halkı ayağa kaldıracak en önemli iş olması, yaşayabilmek için. “Devleti olan diller yaşar. Diğerlerininki zamana karşı mücadeledir. O yüzden zaten insanları önce dillerinden öldürürler. Öldüğünü bile söyleyemesin diye.” (s. 129) Başka diller, mesela Almanca da dünyayı yaşatır, büyütür, Karin’in Berlin günlerini dolu dolu yaşamasının sebebidir. Karin Almanca konuşur, dert dinler, herkes derdini ona açar, herkes ondan çözüm bekler, Karin çocukluğundaki kadar heyecanlı değildir artık, gördükleri onu yaşamdan yıldırmıştır ama tamamen bezdirememiştir. Hayal kırıklıkları da kurmacaya dönüştükten sonra az da olsa onmuştur belki, âşık olduğu adamla kurulan bir geleceğin parça parça olmasının yansıması ayrı bir bölüm olarak karşımıza çıkar. Bir sonraki bölümde neyle karşılaşacağımızı bilmeyiz, anlatı dağınıktır, yaşamın ta kendisi işte. Yıldızlardan TİP’e, tekrar Dink’e, oradan AİHM içtihatlarına, arabesk şarkılara ve Asiye Kabahat’e varırız ama önce Thomas’tan bahsetmek lazım. Can dost, Berlin’de birlikte zaman geçiriyorlar, yaşamlarına dair hemen her şeyi biliyorlar. Thomas’ın annesiyle, annesinin ikinci eşiyle ve kendisiyle ilişkisi birkaç bölümde karşımıza çıkar, belki de kurgusal bir karakter olduğunu anlamak istersek anlarız çünkü Karakaşlı malum bölümleri kurgunun dinamiklerini sezdirerek yazmıştır. En sonda anlarız, Karakaşlı iki meseleyi müthiş bir şekilde bağlar: Çocukluğunda kan kardeş olmak istediği arkadaşı sadece müminlerin kan kardeş olduğunu söyleyerek Karin’i reddeder. Yıkım. Ne olur, Karin bunu yıllar sonra hatırlar ve Thomas’a anlatır. İki parmakta iki çizik, kanlar beden değiştirirken Karin kendi yarattığı kurmaca bir karakterler kan kardeş olmanın garipliğini düşünüp güler, Thomas bunun önemli olmadığını anlatır. Nereden türediği önemli değil, iki can yan yana. Birinin acıları memleketinden taşıp Berlin’e akmış, diğerinin eşcinselliği ve annesiyle fırtınalı ilişkisi üzerine düşünülecek kırıklar çıkarmış ortaya. Bir yarayı başka bir yaraya basmak. Anlayış, samimiyet. Bundan daha iyi bir sağalma bilmiyorum.
Zengin, değindiği meseleler açısından muazzam genişlikte, dört dörtlük bir anlatı. Karakaşlı’nın öykülerini de sevmiştim, bu kitabını tavsiye ederim. Yakın tarihi hatırlatır, çocukluğun ve gençliğin büyüsünü hatırlatır, iyidir yani. Asiye Kabahat bahsi kaldı, okurun elinden öpsün.
Cevap yaz