Yakın zamanda büyük bir yayınevi tekrar basacak sanırım, o zaman alırsınız veya sahaflarda bulabilirsiniz, paşa gönlünüz nasıl isterse. Čapek “robot” sözcüğünü literatüre sokmasıyla biliniyor, kavramın asıl mucidi Josef Čapek, Karel’in kardeşi. Sözcük yeni olsa da kavramın yüzlerce yıllık geçmişi var, otomatlardan beri kendi başına işleyen makineler için farklı sözcükler bulunmuşsa da Sanayi Devrimi sonrasında makineleşen insanı tam olarak kuşatan böylesi bir buluş ortaya çıkmamıştı o zamana dek. İki kardeşin yeni yüzyıla armağanı yankısını hemen buluyor, Metropolis örneğinde olduğu gibi. Minsoo Kang’ın Yaşayan Makinelerin Olağanüstü Düşleri nam kitabı konuyu detaylıca inceliyor, meraklısı elden geçirebilir. Kardeşlere döneyim, Alman işgalinden sonra toplama kamplarında ölmüş Josef, işgalden kısa bir süre önce de Karel ölmüş, çokça eleştirdiği Nazilerin eline düşseymiş çekeceği varmış. Tiyatro oyunlarından dedektiflik öykülerine kadar pek çok türde eser vermiş bir isim, 20. yüzyılın en önemli Çek yazarı olarak görülüyor Karel Čapek, çocukluğu Bohemya’nın cennet dekoru içinde geçmiş ve peri masallarıyla, mitolojik anlatılarla büyümüş. Diğer yanda koca fabrikalar, dev makineler varmış, iki kardeş bu metal yığınından çekinirmiş, makineler çıkardıkları korkunç seslerin yanında tanıdık birkaç işçinin parmaklarını da kopardığı için çocuklar uzak dururlarmış fabrikalardan. Büyümüşler, Josef ressam olmak için çalışmak zorunda kaldığı fabrikadan ayrılmış, Karel önce Prag’da, sonra Berlin ve Paris’te okumuş, felsefe doktoru unvanını almış. 1917’den sonra tamamen edebi çalışmalara odaklanmış, kardeşiyle birlikte birçok öykü, fıkra, deneme yazmış, sonradan ayrı ayrı yazmaya başlayınca asıl ses getiren metinler çıkmış ortaya. R.U.R. en bilinen eseri, Halit Fahri Ozansoy çevirisiyle 1927’de yayımlanmış, 1928-1929 sezonunda da İstanbul Şehir Dram Tiyatrosunda oynanmış. Fikret Adil İngiltere Mektupları‘nı çevirip Vakit gazetesinde tefrika halinde yayımlamış, ardından Ahmet Muhip Dıranas Ana adlı oyunu çevirmiş, bu oyun 1941-1942 sezonunda Şehir Tiyatrosunda oynanmış, yine Dıranas’ın çevirdiği başka bir oyun daha oynanmış 1952-1953 sezonunda. İlginçtir, bu tarihten sonra Čapek’e duyulan ilgi azalmış gibi görünüyor, birkaç kitabı yayımlanmış olsa da okura derli toplu bir şekilde sunulmamış, farklı yayınevlerinin tek atımlık işi gibi duruyor kitaplar. Oysa yazarın oldukça ilginç öyküleri var, günümüzde hak ettiği değeri bulabilirdi. “Kaybolan Bacak”a bakalım mesela, Čapek tam savaş sonrasında yazmaya başladığı için öykülerinde savaşa dair pek çok konuya denk geliyoruz, bu öyküde bacağını yitirmeyen ama yitirmiş gibi yapan bir askerin başına gelenleri görüyoruz. Pepek nam asker cephede karnı yarılan, can çekişen bir askeri görünce İmparator’a sağlam bir küfür ediyor, kasketini yere vuruyor ve cepheyi terk edip evine, eşinin yanına dönüyor. Komşulardan birinin şikayetiyle tutuklanıyor, mahkemeye çıkarılıyor, hakimin merhametiyle kısa süreli hapis cezası alıyor, yırtıyor bir anlamda. İkinci bölümde bambaşka bir hikâye anlatılıyor, asıl kaybolan bacak bu öyküdeyse de bu bölümlemeler öyküleri birbirine bağlıyor, editörün tercihi belki ama hikâyeler iç içe geçtiği için öykülerin karışması da kaçınılmaz. Neyse, anlatıcının yeğeni Lozyik çok akıllı bir eleman, amcasına kendini acındırma planı tutmayınca cepheye yollanıyor ve şiddetli olmayan bir ağrı aklına kurtuluş yolunu getiriyor, yürüyüşünden ötürü takmaymış gibi gözüken bacağını gerçekten takma diye yutturmaya kalkıyor. Eve gönderilince bayram etse de bir süre sonra bacağı “kurumaya” başlıyor, günden güne inceliyor. Tek çare sunuyor amca, Lozyik her şeyi itiraf edecek. Askerlik hizmetinden kaçtığı ve gazi maaşı aldığı için başına gelecek var ama bacak kurtuluyor en azından. Anlatıcıya göre kanunlarla ilgisi var bunun, bacağın kanunlara uyduğunu söylüyor. “Namus ve vicdan” bacağı geri getiren, geceleri rahat bir uyku çektiren yegane etkenler. “‘İnsanlar namuslu ve vicdanlı olsalar, belki de hiç ölmezlerdi.’” (s. 23)
“Orkestra Şefinin Başına Gelenler” yabancı diyarlarda bir yabancı, insanlık hallerine duyarlı biri hakkında. Hemen her öyküde olduğu gibi bir dinleyiciye hikâyesini anlatan esas karakterin, anlatıcının ağzından dinliyoruz ama başta roller farklı, dinleyiciye dönüşecek olan anlatıcının hikâyesiyle başlıyor öykü. Anlatıcı arkadaşlarıyla futbol oynarken kuyruk sokumuna tekme yiyor, acılar içinde evine gidip uyumaya çalışıyor ama ne fayda, doğru düzgün yatamıyor bile. Sokaktan gelen gürültülerle ayaklanıyor, camdan baktığında birkaç kişinin zavallı bir adamı dövdüğünü görünce acısını unutarak fırlıyor dışarı, elindeki sopayla önüne gelene vuruyor, adamı kurtardıktan sonra ahlaya oflaya bir saatte çıkıyor odasına. Sıra Kalina’ya geliyor, orkestra şefinin hikâyesi gizemlerle dolu. Liverpool’a konser vermek için giden şef hiç İngilizce bilmediğini, buna rağmen beden dilinin anlaşabilmek için yeterli olduğunu söylüyor ama anlam sınırının ötesinde ne gibi faciaların gizlenebileceğini acı bir şekilde fark edecek bu yüzden. Şehri dolaşırken gördüğü çift dikkatini çekiyor, adam yalvarmakla bağırmak arasında gidip gelirken kadın sessizce ağlamaya başlıyor ve haykırıyor en sonunda, Kalina aralarındaki hikâyeyi uyduruveriyor hemen. Bir sadakatsizlik tartışması ya da karşılıksız bir sevginin şiddete evrilecek ısrarı, her neyse. Adamımız sezgilerinin ve müzik bilgisinin yardımıyla adamın cinayet işleyeceğini anlıyor, bir koşu polis bulmaya gidiyor ama anlaşamıyor polisle, derdini bir türlü anlatamayınca iyice telaşlanıyor ve sabaha kadar bir başına Liverpool sokaklarında gezip çifte rastlamaya çalışıyor. Gazetede rastlayacak onlara, “murder” yazan başlığı görünce.
Tiyatro dünyasıyla ilgili çok hoş öyküler var, adlarını anmadan değineyim. Oyuncular, rejisör, dekor, seyirciler, tiyatroya dair ne varsa en ince ayrıntısına kadar anlatılıyor, insanların duygu durumlarından oyunların yankılarına kadar. Birkaç tane eleştiriye yer veriyor Čapek, kimi eleştirmenler oyunu harikulade bulmuşken kimileri yerebildiğince yermiş, oyuncuların performansları gazeteden gazeteye değişiklik gösteriyor. Seyircilerin tepkisi tek sabit olarak görülebilir, eğer esneyen çok fazla insan yoksa oyun başarılı demektir. Oyun yazarını düşünün, seyircilerin arasına oturuyor ve oyunu değil, seyircileri izliyor. İki sahne birden var oluyor böylece, gözlemcileri gözlemleyenin gözlemi de bir anlamda oyuna dahil ediliyor, çok hoş fikir.
“Papağan Davası” matrak, ironik bir öykü. Gazetelerdeki mahkeme salonlarıyla ilgili bölümler uydurma haberler de içeriyor o zamanlar, çoğunu gazeteciler uydursa da muhteşem çekişmelerin yaşandığı garip davalar üfüren Havlena’nın ilginç vakası öykünün esas olayı. Havlena’nın uydurduğu son haberde komşuya hakaret eden papağan başı çekiyor, söylenene göre papağanın sahibi hayvanı eğitmiş ve komşusuna durmadan küfür etmesine yol açmış. Mahkeme adamı hapse mahkum etmiş, bu kadar. Değil, haberi okuyan Adalet Bakanlığı yetkilileri gazetelere ilan veriyor hemen, böyle bir suçlama karşısında verilen hapis cezasının mesnetsiz olduğunu, dava detaylarını bütün gazetelerden istediğini söylüyor. Adliye muhabirleri koşarak Havlena’nın yakasına sarılıyorlar ama adamımızın bir çözümü var, aynı vakayı ayarlayıp mahkemede kendini suçlu çıkaracak. Gerçekten de her şey planladığı gibi gidiyor, mahkemeye çıkınca papağanı küfretmesi için eğittiğini söylüyor ama yargıca göre suç yok, papağan sadece bellediği şeyleri söylüyor, o kadar. Köpürüyor Havlena, hapse atılmak için bir sürü detay uyduruyor hemen, her şeyi kasten yaptığını söylüyor. Ceza almıyor sonuçta, yenilgiyi kabulleniyor ve basıp gidiyor oradan. Hoş.
Şair bir gece hırsızı, bilinç akışı yöntemiyle suçları ortaya çıkaran bilim adamı gibi pek ilginç karakterler var öykülerde, tuhafların yanında dümdüz ilerleyen öyküler de var ama ne zaman ters köşeye yatacağınızı, en azından öykünün nereye varacağını pek kestiremiyorsunuz. Bir öyküden pek çok şey beklenir, bunun gibi. Čapek iyi bir öykücü, malum.
Cevap yaz