“Uykusuz” sesi yaşlı, kendi yaşlı, anlatıcısı yaşlı öykü. Kırk yıl sonra tepişe tepişe sevişilmediğini söyleyerek başlıyor anlatıcı, yatağa aynı saatte de girmiyorlarmış yıllardır, oysa eskiden çocuksu bir heyecan ve coşkuyla girerlermiş. Onun uykuları uzamış, anlatıcınınki kısalmış. Uyumaya dair anılar fışkırıyor, rüyalarını artık anlatmıyor öteki, bütün anıların üzeri çizik. Uykusuzluk nesneleri parlatıyor, algılar açık, anlatıcı nesnelerin üzerinden geçiyor. Gözlüğün sapı yamulmuş, duvarlarda fotoğraflar, çoğalan ağır yalnızlık. Yaşanırken güzel olan şeyler zaman geçtikçe pörsümüş, fotoğraflardan gelen sesler uğultuya dönüşmüş. Salona geldiğimizde plaklar, CD’ler, dinlese yine sessizlik, yalnızlık. Balkona çıkınca bir sigara, çoktan göçmüş kadim dost Muzo’nun sesi kulağında. Yıldızları sayıyor, üç, beş, yedi, karıştırınca baştan, tekrar baştan, çocukluğundaki muhasebe. “Aydınlık ya da karanlık; gördüğüm her pencerenin içindeki dünyayı merak ederim. O dünyalarda, kimbilir nasıl hayatlar? O hayatları merak ederim. Düşlerim. Yazmak isterim onları.” (s. 16) İki parmak içki, küllük, sigara, kalemler, yazı malzemeleri tamam. Bıkıp usanmadan yazar anlatıcı, kırk yıllık kanepeye çöker, eşi uyanıp şöyle bir baktığında bu kez ikisinin geçmişi: çocuk, arzular, hiç gidilemeyen yerlerin özlemi. “Çoğu kez, artık gün ışımaktadır. Alaca aydınlık. Uykusuz bir gece daha. Ve içimize yaşan, hep aynı yağmur: sicim gibi, soğuk, ürperten. Namütenahi.” (s. 18) Yeni gün başlar her şeye karşın, ışıklar düşer salona. Bu. En iyiyi başa koyma temayülünden ötürü öykü bittiğinde “işimiz var” diye düşündüm, en iyisi buysa diğerleri polisi arama isteği uyandıracaktı. Uyandırdı. Okur kamusundan kaynaklanmadı, malum, Öztopçu’nun öyküleri -diğer kitaplarını okumadım, bir şey diyemem- yağla balla sıvanmış, arşa çıkarılmıştı. Aymayanlar yemiştir, ben zamanında çok ucuza bulup da almışım, tesellim budur. Gerçi şu yorum için yeterli örneklem yok elimde, bütün metinlerini okuduktan sonra fikrim değişmemişse misliyle mukabele ederim. Söylemeden edemem, okuduklarım bunun için yeterli: Öztopçu olur olmaz yerlerde gizleri açarak akışı kesiyor, açıklama başladı mı sesi veya karakteri kurgunun dışına fırlatıyor, tepeden gözlemlerle konuşturuyor. Bir örneği “Gece”de. İyi başlıyor, herkesin kendi gecesine gitmesini söylüyor biri, herkes göz ucuyla birbirini süzüyor, biri iç çekiyor. Esrar şık, gerisi iyi kurulmuşsa oturacak. Kadehlerde içkiler yarım, masada omlet, hiç kurulmamış veya yarım kalmış cümleler mekandaki eşyalardan sarkıyor, “yetim çocuklar” gibi öyle asılı duruyor. Atmosferi bozan bu eğretileme nesi, ayrıca etki tam, sınıra dek zorlanmış ama olur, yiyor da fırlayan izahat: “Belli ki, öylece de kalacaklar oralarda. Bir daha tekrarlanmadan, duyulmadan, tamamlanmadan hiçbir zaman. Binlercesi gibi…” (s. 19) Hiç gerek yok, önceki paragrafta alacağımızı aldık zaten, çoğu öyküye gerektiği gibi bu öyküye de bir ayar, temizlik lazım. Geceye gitmekten bahseden her kimse, “Evet?” diye ünlüyor bir de, kovulanları aydınlatıyor, ziyaretin başladığı noktayı. Gelmelerine seviniyor başta, kaba saba sözlerinin cevabını aynı şekilde alınca keyifleniyor. Ortak paydalardan biri bu, diğeri çocukluk. Mine, Talha ve diğerleri ara sıra geliyorlar belli ki, lime lime olmuş kanepelerden, cilasından eser kalmamış eşyalardan anlıyorlar geçen zamanı, vefa ağır basıyor. Fareler geziniyor yukarıda, evi yemeseler iyi, daha da önemlisi Nubar’ın kulağı burnu tehlike altında. İsimleri öğrendik, Madam Teyze’nin Nubar’ı ne kadar çok sevdiğini, oğlanın üzerine titrediğini de görüyoruz. Zaman oğlanı yetişkine dönüştürmüş ama çocuk yanlarından çoğunu bırakmış, adamın başına geleni anlamadan önce bir iki hatıraya göz atıyoruz. Nubar’ın bahçedeki ceviz ağacından ölesiye korkması, eski dostlarından birinin kıçını cimciklemesi hoş, bozuk akıl sağlığından örnekler. Ziyaret malum cümleyle bittiği zaman çıkıyorlar, bahsettiğim tepegözlere dönüşüyorlar: “Yine de, ‘Hepimiz elimizden geleni yapıyoruz,’ diyorum. ‘Ne yazık ki ancak bu kadarı geliyor elimizden.’” (s. 26) Diğeri ne diyor, sonuçta kendilerinin de bir hayatı olduğunu söylüyor çok lazımmış gibi. Basit ya, o durumdaki insanın karmaşıklığından eser yok, ucuz bir vicdan muhasebesiyle bitiyor öykü. Odak ortada, ne Nubar’ın ne de tayfanın yaşamları yoğunlaşıyor da topak oluşturuyor, anlatılan zamandan ve anlatı zamanından taşma hemen hiç yok, haliyle o ânın yoğunluğu, orada yaşananlar halihazırda öyküyü kurmaya yetiyor. Hani karmaşıklığı gösterir bir şey de gerekmediği için kapalılık yeterli ama perdeyi şırrak diye çeker can anamız da ağzımıza gözümüze ışığı doldurur uyanmamız için, bu final öyle bir şırrak. Bir iki “fikir öyküsü”nden bahsedip görece iyi öykülere değineceğim, “Durmak Eylemi” üniversite sınavlarında soru olarak çıkan bir teknikle yazılmış: “Verilen cümlelerde ‘durmak’ sözcüğü aşağıdaki seçeneklerden hangisindeki anlamıyla kullanılmamıştır?” Ben sevmiyorum bu tür öyküleri, icat dışında bir şey yok. Tweet olsa tamam. Bu öykü yazmakla ilgili, insan durup dururken yazıyor aklına bir şey geldiği için, anlatıcı aklına geleni böylece faş ediyor. Kuşlar duruyor, her şey duruyor, sokak duruyor, umutlar duruyor, anlatıcının durup düşündükleri duruyor, imam merhumun nasıl bilindiğini sorunca cemaat durduğunu söylüyor, sonra öyküyü yazan anlatıcı duruyor, biraz dursun diye kenara koyuyor, nokta geliyor: “Yıllar sonra cenazesinde bir araya gelen arkadaşları, sanki ağız birliği etmişçesine, ‘Hayat karşısında ilginç bir duruşu vardı rahmetlinin,’ dediler.” (s. 40) Meh. “Kırık Kalpler Treni” iki tuhafın karşılaşması klişesinden türemiş, laga lugayı ayırınca adamın umut sattığı, kadının kırık kalpleri onardığı kalıyor elde. Adam kadının zihnine girerek akar gönüllü bir kalp tamircisinin yaşamını özetliyor, kadın kalbi kırıkları iyileştirip doğaya salıyor, treninin adı öykünün de adı. Karşılaştıkları zaman kısa bir konuşma, el ele tutuşuyorlar, adam, “Touchdown!” diye höykürüyor zihninde. Nedenini anlamadığım çok şey var, oyun aşırı ciddiye alınmasa matrak derdim de şu haliyle nereye koysam bilemedim, mesela adamın imgeden imgeye topuklaması. Maçka Parkı civarında gezerlerken yağmur durur, güneş açar, kadın ortalığın ne kadar da süperleştiğinden bahsettiğinde adam spektaküler bir söz söyler: “‘Bir de içimdeki yağmuru durdurabilsem! Bir de içimdeki karanlık ışığa kesse!’” (s. 49) Kadın epey arabesk bulur bu sözü, karşılaştıkları zaman adamı terslemesinden muhabbetin çok sürmeyeceğini kestirmiştir ama kırık kalp vardır işin içinde, katlanmak zorundadır. Okursa buna katlanmak zorunda değildir ama hâlâ başladığım şeyi bitirecek kadar aptalım, katlandım.
“‘Kedi’yi Vurdular” ve “Bir Adam, Bir Kuş, Bir Çocuk” icatları taşıyabilecek sağlam hikâyeleriyle ayrışıyor diğer öykülerden, ilki kitaptaki en iyi öykü olabilir. Kedi’den kasıt mahallenin bıçkınlarından biri, her ne kadar serserilikte bir dünya markasıysa da mahalleli seviyormuş adamı, bu yüzden kimin öldürdüğü üzerinde uzun uzun düşünüyorlar. Anlatıcı eleman birkaç senaryonun üzerinde duruyor, mahallede şöyle bir gezinip insanları tanıtıyor, sonra yaşamın sürüp gitmesiyle Kedi’nin anılara hapsolmasının üzüncünü yaşıyor. İkinci öykü Yenikapı’da bir çocuğun gördüğü kuşla ilgili, kısa paragraflarla kuşun yaşam evrelerini veriyor çocuk. Tünek bir adamın alnında, kuş aslında işçi sınıfından bir yiğidin yaşamını sembolize ediyor. İşten kovulmalar kuşu küstürüyor, umutlar canlandırıyor, nihayetinde gözyaşı.
Kısaları gereken yoğunluğu taşımıyor, uzunlarının üzerinde sadeleştirme yapılmalı, Öztopçu’nun bu kitabındaki öyküler genel olarak kabak ama o kadar övüldüğüne göre diğer öyküleri de kabak. Şaka, diğer öykülerine bakıp kesin kararımı veririm, bu kadar gevelemenin ardından tükürdüğümü yalayacaksam yalarım, sonra aşşırı mühim bir işi tamamlamış olmanın saadetiyle gidip 1960’larda basılmış, hemen unutulmuş öykü kitaplarını aramaya devam ederim.
Cevap yaz